Eskiden nasıl insanlardık? (5)
Dilerseniz bugün de ondokuzuncu yüzyılda İstanbul’da yaşamış Fransız gezgin A. Brayer’in bu konudaki tespitlerine kısaca bir göz atalım:
“Erkeklerde ve kadınlarda evlat sevgisi çok derindir. Türklerin hafta tatiline tesadüf eden Cuma günü ve bilhassa Ramazan ve Bayram günleri sokaklarda Müslüman Türk’ün göğsünü kabartan oğlunun elinden tutup ağır ağır gezdirdiği, çocuk yorulunca kucağına aldığı, daima devam ettiği kahvede yanına oturtup şefkatle hitap ettiği, evladına tam bir ana özeniyle baktığı, ihtiyarlarından gençlerine kadar bütün diğer Müslüman Türklerin de çubuklarını bırakıp çocuğa alakayla baktıkları ve ilerde (İnşallah) ihtiyarlık desteği olacak bir oğul sahibi olduğu için babayı tebrik ettikleri görülür...
Bu şefkat tezahürlerine başka memleketlerde de tesadüf edilir; fakat arada dağlar kadar fark vardır! Birtakım boş menfaat kaygıları, eğlence düşkünlükleri, çok defa kadınların da iştirak ettikleri ticari muamele gaileleri, kısacası başka memleketlerin her şeyleri çocuklara karşı şefkatlerini azalttığı halde, harem hayatı bilakis bütün bu hislerin bir merkezde toplanıp artmasını temin etmektedir.
İşte bundan dolayı Türkiye’de çocuklar yetişip adam oldukları zaman analarıyla babalarını yanlarında bulundurmakla iftihar ettikleri ve küçükken onlardan gördükleri şefkate mukabele etmekle bahtiyar oldukları halde, başka memleketlerde çok defa çocuklar olgunluk çağına girer girmez analarıyla babalarından ayrılmakta, mali menfaatleri hususunda onlarla çekişe çekişe münakaşa etmekte ve hatta bazen kendileri refah içinde yaşadıkları halde onları sefalete yakın bir hayat içinde bırakmakta ve zavallılara karşı adeta yabancılaşmaktadırlar.”
Ailede nelerin değiştiğini, geleneksel yapının hangi istikamete kaydığını ve bu yüzden toplumumuzun neler kaybettiğini sanırım bu ifadelerde görebiliyoruz.
Geçmişle geleceği buluşturabilirsek yeniden “Osmanlı İnsanı” karakterli insan yetiştirebileceğimizi düşünüyorum.
Rahatça söyleyebiliriz ki, 600 seneye bu kadar abideyi ve bu sayıda insanı sığdıran başka bir tarih mevcut değildir. Çıkarın abide şahsiyetlerimizi, 50’şer yıllık kesitlere oturtun; bakalım her 50 yıla kaç abide şahsiyet, kaç cihangir, kısacası dünya örneği kaç insan isabet edecektir?
Bir de son yüzyılımıza, devletin izmihlâl dönemine bakın; kimi görebiliyorsunuz? Ve kafalarınızı çatlatırcasına düşünün: Redd-i miras, bu milletin nelerine mâl olmuştur? Yavuz Sultan Selim’i unutturmak için, meşhur “Goben” zırhlısının “Yavuz Sultan Selim” olan adını, Cumhuriyet Türkiye’si sadece “Yavuz” şekline getirmekle yeni nesillere ne kazandırmış, Meclis kürsüsünden hanedana yapılan saldırılar hangi problemlerimizi çözmüştür?
Kendimizi tutamıyor ve Fransız yazar Claude Farrere’den konuyla ilgili hayret uyandıran ifadelerinden kısa bir bölüm alıyoruz:
“Size tuhaf bir şey söyleyeceğim: Günümüzün cumhuriyetçi Türkleri, kendilerini Bayezid’in torunları değil de Timur’un torunları sayıyorlar. Cumhuriyet donanmasında bir zırhlı var: Almanların eski ‘Goben’ Zırhlısı... Bu geminin adını değiştirmek ve millî bir isim vermek gerekti. Çok haklı olarak ‘Yavuz Selim’ adı teklif edildi. Ama Çankaya Hükûmeti buna razı olmadı. Kısaca ‘Yavuz’ denmesini uygun buldu. Osman’ın (Osman Gazinin) adı, Ankara’daki adamlar için tarihten silinmesi gereken, nefret edilecek bir şey hâline geldi. Tahripkâr ve zalim Cengiz’le Timur; sayısız saraylar yaptıran, mabetler inşa ettiren, yollar açan, bunca eyaleti Türk topraklarına katan hükümdarlara (padişahlara) tercih edilmektedir... Cumhuriyet Türkleri, cetlerinin mirasını hor görmeye başladılar.” (Claude Ferrere, Türklerin Manevî Gücü, s. 1987 v.d.)…
Yabancıları bile dehşete düşüren bu redd-i miras, sadece şahsiyetlere münhasır kalsaydı, belki tahribat bu seviyede olmayacaktı. Hazin ki, aşiretten beylik, beylikten devlet çıkaran ve devleti en az 400 sene cihanın üçte birine hâkim kılan temeller de tahrip edildi.