Mesuliyet Kabul Edilmez
Bir millet düşünün: Yüzlerce yıldır muazzam bir enerji harcıyor. Durmaksızın yürüyor, koşuyor, savaşıyor. Ardından tekrar yürüyor, tekrar koşuyor, tekrar savaşıyor. Milletimiz, 600 yıl boyunca, hep böyle yaşamıştır.
Birkaç örnek verelim ki, mesele daha iyi anlaşılsın. Mesela, 1877 yılında Ruslarla meşhur 93 Harbi’ne tutuşuyor. Ardından 1897 Türk-Yunan Harbi geliyor. Sonrasında 1911’de Türk-İtalyan Savaşı yapılıyor. 1912-13’te Balkan Savaşı kaçınılmaz oluyor. 1914’te, dört yıl süren, Birinci Dünya Savaşı başlıyor. Onun devamı niteliğindeki Kurtuluş Savaşı ile bu uzun ve yorucu süreç devam ediyor.
Elli yıllık bir süreçte olan biteni İsmet Özel’in şu veciz ifadesi özetliyor: “Tahammül etmek zorunda kaldığımız olayların akışı içindeyiz.”
Son büyük savaşımız olan Birinci Dünya Savaşı’na daha yakından bakalım: Mareşal Fevzi Çakmak’ın rakamlarına göre, Osmanlı’ya, şuradan buradan toplanmış, tam teçhizatlı altı milyon düşman askeri saldırmıştır. Çanakkale muharebeleri esnasında, bazı cephelerde bir metrekareye düşen mermi sayısı kimi kaynaklara göre 6 bin, kimi kaynaklara göre 6 bin 200’dür. Bu rakamlar, yazarken bile, insanı ürkütüyor.
Osmanlı Ordusu, aynı anda, birden çok cephede ve kıtada savaşmak zorunda kalmıştır. Bir tabur, bir ay Balkanlar’da savaşmış, oradan Filistin cephesine geçip Kanal Harekâtı’na katılmıştır. Hemen ardından Basra’ya kaydırılmış, oradan da Ruslara karşı Doğu cephesine sevk edilmiştir.
Edward J. Erickson, Size Ölmeyi Emrediyorum isimli kitabında, Birinci Dünya Savaşı’ndaki Osmanlı Ordusu’nu şu satırlarla anlatıyor: “Osmanlı Ordusu, dört yıllık savaş boyunca düşmanlarını şaşkınlığa ve yenilgiye uğratan, bir büyük savaşçı orduydu. Savaşarak ölen, büyük zorluk ve felaketlere dayanan bir orduydu.
Türkiye, savaşın büyük bölümünde aynı anda dört, zaman zaman da beş cephede büyük muharip güçleri savaşa sokmayı ve bunların varlıklarını sürdürmeyi başardı. Türk ordusu, düşmanlarının çok korktuğu güçlü bir savaş makinesiydi.” (Sayfa 11-12)
Osmanlı idaresi Birinci Dünya Savaşı’nı bıraktığı zaman bile, Türk ordusunun savaşçı kapasitesi, resmi rakamlara göre, bir milyon askeri buluyordu. Avusturya-Macaristan, hatta Almanya bile bu kadar kuvvetli değildi. Ne yazık ki, Osmanlı, yenilmeden kaybetti.
Bir kez daha Erickson’a kulak verelim: “Birinci Dünya Savaşı’nda Türk ordusunun hikâyesi, bütününe bakıldığında kayda değer bir destandır. 1913 yılındaki tükenmişliği, kaynak yokluğu, zayıf ulaşım hatları ve birçok cephede güçlü düşmanlarla karşı karşıya olduğu göz önüne alındığında, bu, Büyük Güçler karşısında elde edilmiş bir başarı hikâyesidir. Türkler, savaşın sonunda, inanılması zor bir şekilde hâlâ dimdik ayaktaydılar.” (Sayfa 287-288)
Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’nı kaybedince, galip devletlerin öncelikli hedefi, Türk ordusu oldu. Avrupalılar, ordunun terhis edilmesini Sevr anlaşmasının ilk maddesi olarak şart koştular. Çünkü Türk ordusu var olduğu sürece, amaçlarına ulaşamazlardı.
Unuttukları bir şey vardı: Güzellik, bir yolunu bulup, mutlaka kendisini gösterir. Sayısı 1 milyonu geçen ve hâlâ ayakta olan böyle büyük ve şanlı bir ordu, terhis olmayı kabul edemezdi, etmedi. Mücadeleyi, Kurtuluş Savaşı vermeyi tercih etti. Ve muzaffer oldu.
Şimdi soru şu: Türkiye’yi, başındaki bunca musibete rağmen büyük yapan nedir? Yüzölçümü, nüfusu, ticaret hacmi, döviz rezervi ya da bunun gibi şeyler mi? Elbette değil. Türkiye’yi büyük bir devlet yapan, güçlü ordusudur. Yani kendinizi savunacak ve gerektiğinde saldıracak bir gücünüz varsa, ancak o zaman ‘büyük devlet’ sıfatını hak etmiş olursunuz.
Bütün bunları, konuyu bir yere getirmek için yazdım. Şuraya: Türkiye’nin Zeytin dalı harekâtını fırsat bilen Atina yönetimi, aklı sıra, Ege denizi ve Trakya’daki direncimizi sınıyor. Kardak civarında dolaşan Yunan botları sabrımızı zorluyor, Türk topraklarında izinsiz dolaşan Yunan askerleri dikkatimizi ölçüyor.
Almanlar, “Şansın çok az, ama yine de dene!” derler. Bizden uyarması: Yunanlıların, birebir de hiçbir şansı yok. Her baş başa kaldığımızda mahvoldular, mahvolacaklar. (Bakınız: Türk-Yunan Harbi, Kurtuluş Savaşı.)
Mustafa Kemal’in Lozan’dan sonra söylediği şu söz, hâlâ hafızalardadır: “Allah izin verirse ve ömrüm yeterse, Selanik’i ve diğer birçok yeri geri alacağım.”
Bu cümle başkaları için ne ifade ediyor, bilemiyorum. Ancak bize İskeçe, Gümülcine ve Selanik’in kurtuluş günü hesaplarını telkin ediyor.