İmamoğlu: Bir Siyasal Çöküşün Hikayesi
İmamoğlu'yla ilgili yazılmış bir kitabın adıydı, Kahramanın Doğuşu. İmamoğlu eğer birilerinin dediği gibi bir "kahramansa", ancak ölü doğmuş bir kahramandır. Kahraman değil de yalnızca bir siyasetçiyse, o zaman o kötü bir siyasetçidir...
Hayır, çok sert değil söylediklerim. Çok özenilmeden üretilmiş İmamoğlu adında bir imajın her gün pohpohlanmasını izledik geçtiğimiz üç yıl. Kendisi aslandı, kaplandı, toleranslıydı, Erdoğan'ı yerinden edecek tek adamdı, falan...
Kemalist çevreler bu algıya daha ilk günden tav oldular. Gökhan Özoğuz gibiler "zamanın Atatürk'ü” yaftasını bile yapıştırdılar, ki bence de haksız sayılmazlar... İmamoğlu bir "Canan Kaftancıoğlu Prodüksiyon” sunumuydu aslında. Ak Parti hoşnutsuzluğuyla dolu muhalif kitlelerin iktidar özlemlerini istismar etmek için üretilmiş kötü bir figürdü. İlk günden bu yana böyle lanse edildi İmamoğlu. Kimse onun bir belediye başkanlığıyla yetineceğini düşünmedi. İstanbul onun için geçici bir durak olabilirdi ancak. "Tuvalet terliğine" bile oy vermeye razı kitleler için İmamoğlu bulunmaz Hint kumaşıydı. O solcular için umut, laikler için kurtarıcıydı!
Böylece olmayacak bir hayale inandırıldı muhalifler, tıpkı Tosuncuk’a inandırılan Çiftlik Bank mağdurları gibi. Aslında İmamoğlu girdiği kabın şeklini alan profesyonel bir pragmatistten başka bir şey değildi. Onun ölü doğmasına neden olan şey ise herhangi bir ideolojiyle uzaktan yakından ilgisinin olmamasıydı.
Akışkanlaşmış modernitenin yıprattığı bir kavram olsa da ideoloji baya önemli bir şeydir. Bir adamın ne olduğu, nerede durduğu, neleri yutmayacağı, nereye kadar esneyebileceğini gösterir. İmamoğlu'nda olmayan şey buydu. Onu peşinen Atatürkleştirmiş kitlesinde bunu görecek göz yoktu. Güzel konuşuyor, "çok üzülüyor", özür diliyor, arada atarlanıyordu ya... Kafiydi. Bir camide, bir çilingir sofrasında görünmesinin bir önemi yoktu.
Bakış bu olunca İmamoğlu'ndaki yetersizlik, olmamışlık, zoraki kahramanlık ve en önemlisi tutarsızlık sorunu fark edilemedi. Bu adam sıradan bir belediyeyi, vasat bir şekilde yönetecek donanıma bile sahip değildi oysa. Eski bir belediye çalışanı olarak, onunla ilgili ilk izlenimim buydu. Yanılmadım.
İmamoğlu seçimlerin hemen ardından hem de İstanbul’u sel götürürken ailece tatile gitmekten geri durmadı ve bunu "Benim bir özel hayatım var." diyerek savundu! Pandemi sürecinin başında "Fazilet Durağı" yalanıyla onu başarısız göstermek isteyen birileri varmış imajı oluşturmaya çalıştı ama yalan, kendisi başta olmak üzere onu dillendirenlerin elinde patladı. İstanbullu afet boyutunda yağan kar nedeniyle çok ciddi bir mağduriyet yaşadığında kendisi bir büyükelçi ile balıkçıda rakı balık sefasındaydı. İş başında olması gereken sözcüsü ise, Alplerde kayak yaparken, kardan şikâyet eden İstanbullulara hakaret etmekle meşguldü. İmamoğlu öyle şımarık bir siyasetçiydi ki, bu skandalı bile kibirli edasıyla savunmaktan geri kaçınmadı.
Her biri, bir yerel yöneticiyi alaşağı edecek bir yığın skandalın içinden İmamoğlu'nu çıkaran hakkında oluşturulan imaj ve arkasındaki kitlenin çaresizliğiydi. İmamoğlu ilgiyi “çaresizlikten" değil, kendinden bildiği için giderek daha da kibirli bir hüviyete büründü. "Nasıl olsa bana mecburlar" diye düşündü ve cin olmadan adam çarpma sevdasına düştü.
Tablo bunlardan ibaret değildi elbette. İstanbul'da yaşayanlar, İstanbul'a dişe dokunur hiçbir hizmet yapılmadığını görüyorlardı. İstanbul sahipsizdi. İstanbul bakımsızdı. İstanbul'un yöneticilerinin İstanbul'dan daha önemli işleri vardı. Yeşil alanlar çeşitli bahanelerle sökülüyor, otobüsler sefer esnasında yanıyor, metroların yürüyen merdivenleri aylarca tamir edilemiyordu. Üstelik şikayet edenler, İBB'nin paralı trolleri tarafından troll yaftası yapıştırılarak linç ediliyordu.
Bütün bu olumsuz birikimler, İmamoğlu'nun bu hafta sonu yaptığı gezi üzerine başlayan tartışmalarda iyice görünür hale geldi. Gezi iyi düşünülmemişti. Nedenini izah etmekte zorlanıyorlardı. Eleştirenleri "200-300 kişi" diye küçümsüyorlardı. Fikrini söyleyenlere parmak sallanıyor, ”Vız gelir tırıs gider, akıllı olsunlar” deniliyordu. İmamoğlu bu geziyi rüzgâr hala arkasındayken yapsaydı, yanında hangi gazeteciyi götürürse götürsün bu kadar linç edilmezdi. Fakat İmamoğlu arkasındaki rüzgârı kaybetti. Onu destekleyenler, onun belediye başkanı düzeyinde bile isteneni veremeyecek biri olduğunu anladılar. Beklenen "kurtarıcı" olamayacağını fark ettiler. Yetersizliğini gördüler.
İmamoğlu imajına büyük yatırım yaptıkları için hayal kırıklığına uğrayan çevreler birbiri ardınca İmamoğlu'na tepki gösterdiler gezinin ardından. En son Ali Koç'un yaptığı "Umarım Fenerbahçelilerin, Ekrem İmamoğlu'na hangi şehrin belediye başkanı olduğunu hatırlatma günleri gelmez." açıklaması son derece aşağılayıcı ve kendisini destekleyen elitlerce İmamoğlu’nun gözden çıkarıldığını gösteren bir açıklamaydı.
Tabii bu tartışmalar içinde, Alper Taş gibi “apoculuğuyla” bilinen, Beyoğlu'nda LGBTlilere özel meclis hazırlayacağını ilan eden birini, İmamoğlu'nun neden Karadeniz gezisine götürdüğü konuşulamadı. Asıl bomba oradaydı oysa... İmamoğlu'nun sadece kullanışlı bir paravan olduğunu, arkasında iktidara yürümek isteyen faşist sol kürt bloğunun, küreselcilerin yer aldığını, en iyi, otobüs üzerindeki Alper Taş fotoğrafı anlatıyordu.
Daha kendi koltuğunu dolduramayan bir yerel yöneticinin, medya madrabazlarının, hayalperestlerin dolduruşuyla nasıl kendi kendini yiyecek hale geldiğini izledik şu kısa sürede. İmamoğlu’na yatırım yapanlar fena halde kaybettiler. Kemalist blok kaybetti. Ne yapsalar olmayacak. İstedikleri gibi bir lider çıkaramayacaklar. Çünkü Kemalist blok, değer yargılarıyla çoktan ölmüş bir blok. Ölü ağacın meyve vermesi mümkün değil.