Kriz
Adı konulmayan, konuşulmayan dönüşüm ve kırılmalar var. Acıtsa da konuşulmaması konuşulmasından daha zarar verici bir hal aldı.
Her zaman şüyuu vukuundan beter durumlar vardır. Ancak bu kez istisnai bir durum var. Vukuu şüyuundan beter!
Krize dönüşen, kronik maraz halini almaya başlayan bir manzara var. Ve buna tepki hıncını bileyleyip vaktini bekleyen bir toplumun dip akıntısını göremeyenler!
Kriz zamanlarında içimizden bir düşman üreterek dışarı atmaya, tüm kötülükleri onun üzerine boca etmeye meyyaliz. Ötekimiz, kendi içimizde olduğunda dışarıya karşı bir ortak duyguyla harekete geçmekte de zorlanıyoruz.
Ve sorumuz şu:
İslamcılıktan dindarlığa doğru gittikçe yumuşayan bir kimliğin, din kardeşliğinden de menfaat yoldaşlığına evrilmesi, oradan aymazlığa yol bulması mukadderat mıydı?
Duygusal bir zeminde cereyan eden bu durumda mutabakat imkânsız, toplumsal sözleşme zor.
Mitos (fantastik sözlü anlatı-efsane) ve logos (akılsal yazılı anlatı) pathos (duygusal anlatı) arasındaki gerilim mitik bilgi ve önermesel bilgi, ispatlayıcı bilgi, dini düşüncede olduğu kadar bütün felsefi düşünce tarihinin ve alt disiplini sosyolojinin de çalışma alanı.
Sosyolojinin disiplini içerisinde sorumuza cevap arama kuşkusuz herkesin üstünde mutabık olacağı bir kanaati doğurmayacak. Netice de sosyal iddiaların ispatı fizik yasaları gibi anında formüllere yansımıyor. Sosyolojik iddialar sonuçları yaşandıktan sonra ispatlanabilecek bir tutuma sahip.
Gelgelelim; Devlet-i li sonrası, Türkiye İslamcıları düzeni değiştirmekten çok düzene sahip olma refleksini demokratik kurallar içerisinde kabullenmiş ve parlamentoya gönderdiği adam sayısı kadar sistemdeki parsasını toplamıştır. Çoğu kez kardeşlik sadece bu noktada etnik aidiyet çemberinin dışına taşabilmiştir.
Türkiye antropolojik sosyolojisinin dindar -geleneksel ya da- ve İslamcı (radikal-muvahhid-aktivist vb.) veya muhafazakâr sıfatlarla ayrışma yapması, her adlandırmayı alanların aldıkları pozisyon olarak farklılık gösterse de kompozisyonun bütününde aslında aynıdır.
Geçmiş gösterdi ki; statükocu sisteme entegre çalışanla, Müslümanlara karşı önce radikal bir tutumla kendini İslamcılıkla ayrıştırmaya çalışan bir kesimin çapraz duruşu, kendi koğuş arkadaşlarının gardiyanlığına olan tahammülsüzlükten öte başka bir anlam ifade etmiyor.
Anakronik bir tahrikle, inkılaplar döneminde eski yapının devamından yana tavır alan ulemanın devrim karşıtı olarak idamı ve travma olarak İslamcıların hanesine yazılması, İslamcıların o günden bu güne sonu idamla biten hiçbir bedel ödemeden -münferid haller hariç- sürdürdükleri mücadele ile yapılan eylemlerle -valilik izniyle- devam edegeldi.
Cuma eylemlerinde mücadele ilmiyle “bilinçleri örgütlediklerini” düşünenler, sonuçtaki kazanım hanelerine çoğu kez bir deşarj hazzı yazdılar. Çoğu kez kalabalıkların dürtükleme yoluyla başlattığı pathos içgüdüsel eylemler, ilmi ve İslami temellendirmeden uzak spontane birliktelikler olarak vücut buldu.
Hiçbir bedel ödemeden İhvanın risale ve tefsirlerini tercüme edip piyasaya süren mücellit İslamcıların ilmin metodolojik seviyesini alaşağı edişi üzerinde henüz semptomatik bir çalışma yapılmadı.
Türkiye'de 80 sonrası kentleşme süreci, İslâmcılık düşüncesini doğrudan etkilemiştir. Değişim, dönüşüm ve kırılmanın şehir yapısının değişiminden bağımsız ele alınması doğru tespitler çıkarmıyor. Geleneksel form ve yaşam biçimi, geniş aileden çekirdek yapıya dönüşümde olduğu gibi İslâmcılıkta yaşamsal biçimiyle değişime giderken dönüşen ve o oranda politikleşen bir kulvarda yol aldı.
Kardeşlik misyonu, lisan-i adiyeden ifadeler ve talepler karşısında bile şeyhine, hocasına, abisine ekibine, cemaatine, STK’sına etnik referanslarla giden ve segmenter popüler tartışmaları gündem belleyen ve önceleyen İslamcıların, alıştırılmış bir davranış olarak çekirdek aile çatısından dışarı çıkamayan kardeşlik fikri, etnik aidiyet ve hassasiyetler kasnağını da bir türlü kıramadı.
Eğer İslamcılığı yeni düşmanlar üretmekte mahir bir sistem olan Kemalizm'in bir yakıştırma sıfatı olarak düşünmesek bile, Müslüman bir topluma İslamcılık yapmanın nasıl bir izahı olur?
Cumhuriyet dönemi muhafazakârlığı kayırıp Meşrutiyet dönemindeki ve sonrasındaki İslamcı aktivizmin yeterince bilinmemesi günümüz sivil toplum kuruluşlarına öbeklenen İslamcıların gelenekle bağlantısını da ele veriyor. Sait Halim Paşa üzerine kim ne kadar çalıştı veya haberdar oldu mesela?
Ayakları yerden kesilmiş, sosyal mütekabiliyeti olmayan, hafızasız ve natıkasız bir hareketin gücü ne ola ki?
Geçmişi ihya edemeyen geleceği inşa edebilir miydi?
Uzun yıllar Yersiz, yurtsuz -oy vermek haram, darül harp, TC. Memurunun arkasında namaz kılmama vb- İslamcıların fanatik derecede Particiliğe rücuu izaha muhtaç değil mi?
Milli dili ve hafızası olan mistik-muhafazakâr camiaya onca eleştiriden sonra öykünmek doğru mu peki?
Oysa geleneğinden kopuk, bir yerden sonra "milli" irtibatsızlığından ötürü hiçbir zaman ciddi olarak önemsenmeyenlerin kendilerine fazla anlam yüklemesi tuhaftı. Devlet ve muhalefet geleneğinden haberdar bir dil, rahlesinden, membaında öğrenilmiş bir din ve coğrafyayı merkeze alan hareketler her şeye rağmen devlet ve toplumun esas muhataplarıdır.
Yanlışları doğrulardan daha büyük bir coşkuyla savunmak ne gariptir! Oysa kadim düşünce mektebi kilometre taşı olacak aforizmayı vaaz etmişti; “Adaletin ötekileri yoktur!”
Vicdanın sesine kulak verenlerden Abdurrahman Arslan’ın şu cümleleri altı çizilmesi gereken ifadeler:
” Yeteri kadar moderniz artık. Ve bazı şeyleri kaybettiğimizin farkındayız. Tekrar, yeniden köklere dönüp bilgilerimizi gözden geçirme ihtiyacı duyuyoruz.” derken Prof. Ali Yaşar Sarıbay sorunun Cumhuriyet’le birlikte yaşanan kırılmadan kaynaklandığı görüşünde. “Geleneği reddeden sadece İslamcılar değil, Cumhuriyet idaresi de kendini inkâr eden bir toplum hedefliyor ve bunun için gereken yapılıyor. Asırlardır geleneğini devam ettiren Batı toplumunda düşünceler ve düşünürler birbirini beslerken bizim bu imkândan mahrum oluşumuz pek çok soruna gerekçe teşkil ediyor: “Referans kaynaklarımız yok. Kant uzmanları var, Gazali söz konusu olduğunda kimse, hiçbir şey bilmiyor. Hegel’i biliyorum ama İbn-i Rüşd’ü tanımıyorum. Almanca, İngilizce konuşuyor, o dillerdeki kaynakları tarayabiliyoruz ama Arapça bilen yok. Bu damar kesildi. Sığlığın en temel sebebi bu.”
Kendisiyle yapılan bir röportajda İsmet Özel:
“Sosyalizm, Batı’nın vicdan azabıdır. İşin içine vicdan girince mesele biraz değişiyor. Şüphesiz ki o zaman bina etme, binaya harç taşıma işi daha acil, daha zaruri bir şey oluyor. Ama İslamiyet söz konusu olduğunda bir mirasyedilik durumu oluyor. Türk toplumunun kültürel değeri zaten İslamiyettir. O yüzden de İslami siyaset yapan insanlar hazır bir şeyi kullandıkları ve bu yüzden de sosyalistler gibi harç taşımak zorunda olmadıkları için bu hareketi bir yerinden yakalayıp kullanmakla geçirdiler vakitlerini” derken haksız mı?
Modernizm tüketme üzerine kurulu değil miydi? İslamcılar bundan beri kalmadıkları gibi önce kendi değerlerini tüketmekle işe koyuldular…
Yalnız ve kimseli ama yalnız başına ölen dindar kişilerin haberleri medya aygıtlarına yansıdığında kriz derinleşmiş ve acı sonuçlarını yaşıyoruz demektir. Bugün yüzleşemeye korkarsak yarın için yüzümüz olmayabilir.