Hukukçu Yazar Avukat Ömer Faruk Uysal 'Zorunlu Bir Tercih: Abdülhamid mi, İttihatçılar mı?' başlıklı bir yazı kaleme aldı.
İşte Hukukçu Yazar Avukat Ömer Faruk Uysal'ın kaleme aldığı o yazı;
1900’lerin başında Osmanlı için mesele bir fikir tartışması değildi; zorunlu bir tercihti. Fiilen, etkin ve güçlü iki siyaset vardı: Abdülhamid Han yönetimi ve İttihat ve Terakki’nin meşrutiyet iddiası. Üçüncü bir yol yoktu. Dolayısıyla bugün yapılması gereken şey, soyut kavramlar üzerinden konuşmak değil; bu iki siyaseti pratik sonuçlarıyla karşılaştırmaktır.
Önce istibdat meselesi.
Sultan Abdülhamid dönemi otoriterdir; sansür vardır, muhalefet kısıtlıdır. Ancak bu dönem, toplumu dönüştürmeye kalkışan ideolojik bir baskı rejimi değildir. Dinî hayat serbesttir, geleneksel yapılar korunur, idamlar istisnadır. Buna karşılık İttihatçı iktidar ve devamında CHP dönemi, sadece siyasal muhalefeti değil, toplumu bizzat hedef alan bir istibdat üretmiştir. İstiklal Mahkemeleri, toplu idamlar, zorunlu kültürel dönüşüm ve tek tip insan inşası, klasik istibdadı aşan ideolojik bir zorbalıktır.
Hürriyet açısından tablo daha da çarpıcıdır.
Abdülhamid siyasal hürriyet vaat etmez ama toplumsal alanı boğmaz. İttihatçılar ise “hürriyet” sloganıyla iktidara gelir; sonuçta ne siyasal ne toplumsal hürriyet kalır. Tek parti, tek ideoloji, tek ses… Hürriyet vaadiyle gelenlerin hürriyeti ortadan kaldırması, tarihin en büyük ironilerinden biridir.
Kalkınma meselesinde de benzer bir durum söz konusudur.
Abdülhamid döneminde demiryolları, eğitim kurumları, haberleşme ağı ve mali denge korunmaya çalışılmış; imparatorluk büyük savaşlardan uzak tutulmuştur. Buna karşılık İttihatçı maceracılık Balkan felaketine ve Birinci Dünya Savaşı’na yol açmış; Cumhuriyet’in ilk çeyrek yüzyılı ise ciddi bir kalkınma üretememiştir. Türkiye’de gerçek ekonomik sıçrama, ideolojik baskının gevşediği 1950 sonrası dönemde başlamıştır.
Bu tablo bize şunu söylüyor:
“Sonrakilerin daha kötü olması Abdülhamid’i iyi yapmaz” cümlesi
mantıken doğrudur; fakat tarih tartışmasında kaçış cümlesi olarak kullanıldığında yanıltıcıdır. Çünkü Abdülhamid eleştirisi, daha özgür ve daha müreffeh bir alternatif vaadiyle yapılmıştır. Bu vaatler gerçekleşmemiş, hatta tersine dönmüştür.
Sonuç açık:
Abdülhamid kusursuz değildi. Ama onu deviren siyasetin daha özgür, daha adil ve daha kalkınmacı olduğu iddiası, tarih tarafından boşa çıkarılmıştır. Abdülhamid'in 1909'da hal'inden sonra 1950'ye kadar, tarihimizin en şedid istibdat ve devlet - millet olarak en aciz ve karanlık dönemini yaşamışızdır. Halbuki bu devir pek aydınlık bir altın çağ ve asr-ı saadet olarak dayatılıyor.
Nazari ve felsefi olarak meşrutiyet ve cumhuriyet'in mutlakiyetten, daha iyi olduğu teorik olarak savunulabilir. Ancak tatbikat hiç de öyle değildir. Dahası bizde meşrutiyet ve cumhuriyet pratiği, Devlet-i Aliye'yi mumla aratmıştır! Her şey çok daha kötüye gitmiştir çünkü! Buna mukabil başta İngiliz monarşisi ve toplam 11 Avrupa krallıkları büyük bir özgüven, hatta gururla kadim bir devletimiz var, ne mutlu bize diyebiliyorlar. Hiçbir Batı cumhuriyeti değil, ama Birleşik Krallık monarşisi "demokrasinin beşiği" sayılıyor! Büyük Fransız devriminin Fransa cumhuriyeti daha sönük kalıyor.
Fakat biz hala, bu muazzam realite ve acı tecrübeyi yaşamamışız gibi, 1930'ların sahte asr-ı saadetini insanımızın zihnine yoğun bir endokrinasyon ile zerketmeyi sürdürüyoruz. Bugün yapılması gereken Abdülhamid Han'ı kutsamak değil; ezberlerle değil sonuçlarla düşünmeyi öğrenmektir.
Tarih, sloganlara değil; muhasebeye bakar.