Faruk Hanoğlu yazdı: Cemil’di adı. Soyadının pek bir hükmü yoktu bu çevrelerde. Görenler ya saatine ya gömleğinin yakasına ya da sustuğu anlarda yüzünde beliren kontrollü bir ifadeye dikkat ederdi. Konuştuğunda sesini biraz kısar, dinlediğinde gözlerini biraz kısmayı ihmal etmezdi. Çünkü buralarda asıl önemli olan; ne bildiğin değil, neye sessiz kalabildiğindi.
Faruk Hanoğlu yazdı: Cemil’di adı. Soyadının pek bir hükmü yoktu bu çevrelerde. Görenler ya saatine ya gömleğinin yakasına ya da sustuğu anlarda yüzünde beliren kontrollü bir ifadeye dikkat ederdi. Konuştuğunda sesini biraz kısar, dinlediğinde gözlerini biraz kısmayı ihmal etmezdi. Çünkü buralarda asıl önemli olan; ne bildiğin değil, neye sessiz kalabildiğindi.
Her cuma akşamı, şehrin en lüks otellerinden birinde düzenlenen kokteyllere katılırdı. Davetiye sormazlardı ona. Çünkü sormak, aitlik testine dönüştürebilirdi bir anı. Oysa Cemil, ait olmasa da hep oradaydı. Çünkü o, aitmiş gibi durmanın ne anlama geldiğini ezbere biliyordu.
Kolundaki saat babasının değildi, internette bulduğu sahte bir Rolex’ti. Ama gözlüğü gerçekti. Çünkü sahte olanın arasına bir “gerçek” serpiştirilince, diğer her şey de kıymetli sanılırdı. Bu detayı ilk annesi fark etmişti:
“Oğlum, sen sanki kendini başkalarına gösterip, kendinden kaçıyorsun gibi…”
Cemil gülümsemişti. Ama o gülümseme, gülmekle gülmemek arasındaki en tehlikeli yerdeydi. Ne hissedildiğini sormak yerine, neyin görülmesini istediğine odaklanmıştı artık.
Gündüzleri üniversitenin fotokopi merkezinde çalışıyordu. Ceketinin cebindeki isim kartını ise akşamdan kalma bir etkinlikten “emanet” almıştı. Kartta, hayalindeki unvan yazıyordu: “Bağımsız Yatırım Danışmanı.” Ne yatırım bilirdi ne danışmak isteyen vardı. Ama o kart, mekâna girmeye yetiyordu.
İnsanlar onun etrafında konuşurken dikkatle dinler, cümlelerin arasına birkaç yabancı terim serpiştirirdi:
“Bu yıl hedge fonları çok hareketli...”
“Abi, SPK bu tip girişimlere artık daha ılımlı bakıyor.”
“Yatırımcı profili değişiyor, artık ruh arıyorlar...”
“Ruh” kelimesini söyleyince yüzüne biraz acı bulaşırdı, hemen ardından su içerdi. Çünkü kendisi bile inanmazdı artık o kelimeye.
Ama bir gün, hayatın yırtık yerinden sızan hakikat onu yakalayacaktı. Ve o da, ayakkabısının açılan dikişiyle başlayacaktı.
O akşam, davet Grand Rivière Otel’in teras katındaydı. Giyimli kuşamlı insanlar, boğaza karşı şampanya kadehleriyle “iş” konuşuyordu. Ama aslında kimse iş konuşmuyordu; herkes bir diğerinin “kim olduğunu” anlamaya çalışıyor, daha doğrusu “kim olmadığını” gizlemeye çalışıyordu.
Cemil her zamanki gibi köşeye yakın, ama merkeze uzak bir yerde duruyordu. Ayağında suni deri, siyah rugan ayakkabılar vardı. İkinci el bir mağazadan almıştı. Üstü cilalıydı ama içi cızır cızır yanıyordu. O gece biraz erken gelmişti, otelin merdivenlerinden çıkarken acele etmiş, az da terlemişti.
Bir ara salonda anons yapıldı. Yeni bir fon kuruluyordu, birkaç yatırımcı sahneye çağrıldı. Cemil içki almaya yöneldiğinde ayağında tuhaf bir gevşeklik hissetti. Duruşunu toparladı, ayakkabısına baktı. Sol tekin dikişi parça parça açılıyordu. O an zaman durdu.
Kalabalık arasında fark eden biri oldu. Gözlerini dikişe dikti, sonra yukarı Cemil’in gözlerine çıktı. Cemil, göz göze gelmemeye çalıştı. Fakat o an, herkesin gözünün bir şekilde kendisine çevrildiğini hissetti. Gözlük camının arkasında ne varsa orada da kırılmaya başladı.
Ve olan oldu. Terasta yankılanan hafif bir rüzgâr uğultusuna karışarak, biri fısıltıyla ama alayla söyledi:
“Ayakkabının ağzı konuşuyor, ama cümlesi yok...”
O an Cemil’in gözlerinde bir parıltı belirdi. Ne sinir ne utanma ne ezilme… Başka bir şeydi. Derin bir soğukkanlılıkla döndü, kürsüye yöneldi. Mikrofon boştu. Kendiliğinden aldı, sesi duyuldu.
“Evet... Ayakkabım konuşuyor. Çünkü ben yıllardır sustum. Sizler lüks kadehlerde yudumlarken kendinizi, ben her yudumda kendimi unuttum. Dikişlerim açılıyor çünkü ben onlara hayatımı diktim. Ve şunu bilin; ayakkabılarım söküldü diye fakir olmuyorum, ama siz her gece sahte cümlelerle kendinizi yaldızladığınızda, biraz daha eksiliyorsunuz…”
Bir sessizlik çöktü. Rüzgâr biraz daha sert esti. Birkaç kişi kafasını eğdi, bazıları alayla gülümsedi. Ama o an Cemil'in içindeki Cemil, ilk defa kendisi gibi yürümeye başladı.
Kürsüden indi. Sol ayakkabısı biraz daha açılmıştı. Ama yüzü hiç bu kadar derli toplu olmamıştı.
Ertesi sabah Cemil, ilk defa geç kalmadı. Ama bir yere de acele etmedi. Aynaya baktığında, suratındaki yorgunluk değil; ilk kez, kendine ait bir bakış gördü. Ne sahteydi ne de gösterişli. Sade bir “olma” hâliydi bu.
Ayakkabısını çıkardı, çöpe atmadı. Çünkü sökülen sadece dikiş değildi, hayatının yanlış dikilmiş tarafıydı. Ayakkabıyı, odasında cam bir kavanoza koydu. Üzerine küçük bir not iliştirdi:
“Sahte olanla yürüdüğüm yollar, bana gerçek adımların değerini öğretti.”
Artık lüks otel teraslarında boy göstermek için değil, insanlarla hakikati konuşmak için yer arıyordu. Elindeki ilişkileri, tanışıklıkları, ortamlarda öğrendiği jargonları, hepsini bir çerçeveye oturttu: İnsanlara ulaşmak için köprü. Ama köprüyü geçince, kendi nehrini anlatmak şartıyla.
Küçük bir YouTube kanalı açtı. Videolarında takım elbise giymeye devam etti, ama konuşmaya şöyle başlardı:
“Ben de sizin gibiydim. Aslında hâlâ sizden biriyim. Ama artık rol yapmıyorum. Anlatıyorum...”
Bir bölümde annesini konuk aldı. Temizlik bezleri hâlâ elindeydi. Cemil ona sorular sordu, cevaplar kısa ve çarpıcıydı:
“Anne, neden beni hiç zengin olmaya teşvik etmedin?”
“Zengin olmak seni değil, etrafını değiştirirdi. Ama ben seni kurtarmak istedim.”
İzleyenler ağladı. Bazıları yorumlarda küfretti. Ama herkes bir şekilde dokundu Cemil’e. Çünkü Cemil artık dokunulabilir bir adamdı. Zırhsızdı ama sağlamdı.
Bir gün eski tanıdıklarından biri ona ulaştı. Önemli bir lansmana konuşmacı çağırıyordu. Cemil kabul etti. Gitti. Sahneye çıktı. Takım elbise vardı üstünde. Ama ayağında spor ayakkabılar vardı, biri yırtıktı. Kasıtlıydı bu. Salonda yine fısıltılar dolaştı.
Cemil mikrofonu eline aldı ve şöyle dedi:
“Bu ayakkabı, hatırlamak için. Ben kim olduğumu, kim olmamam gerektiğini... Ve sizlere kim olabileceğinizi hatırlatmak için... Çünkü bazen yırtık bir ayakkabı, en pahalı kürsüden daha çok şey anlatır.”
Cemil artık görünürde her şeye sahipti. Lüks arabalar, plaza katında ofisler, global hissedarlar, yatırımcılar… Ama hâlâ sabahları uyanınca ayakucundaki o cam kavanozda duran eski ayakkabısına göz atmadan güne başlamıyordu. Çünkü ona bir şey söylüyordu her sabah:
“Sakın unutma… İnsanları kandıran sistem, seni de süsleyerek yutmak isteyecek.”
Ve o bunu hiç unutmamıştı.
İlk şirketini kurduğunda, başına kendi gibi bir delikanlıyı geçirmişti. Zekiydi ama öfkeli. Cemil ona sadece strateji öğretmedi; sabretmeyi, fikrini sahiplenmeyi ve neye düşman, neye dost olacağını gösterdi.
İkinci şirketi kurduğunda, bu kez bir kız öğrenciye emanet etti yönetimi. O da tıpkı Cemil gibi bursluydu, ama sistemin dilini öğrenmekten utanmayan bir ruh taşıyordu. Cemil ona şöyle dedi:
“Bu düzeni içeriden kıracağız. Ama önce içeriyi tanımamız şart. Ve bu savaşın silahı bilgi değil... Şuur. Şuurla yoğrulmuş bilgi.”
Zamanla her sektöre dokundu: Teknoloji, finans, medya, eğitim. Ama her birine “adam yerleştirmek” için değil, bir hakikat tohumu ekmek için girdi. Her şirket, bir cepheydi onun için. Her yönetici, bir kumandan...
Gizli bir teşkilat kurmadı. Çünkü en büyük gizlilik, herkesin önünde olup kimsenin tanıyamadığı adam olmaktı. Cemil, artık o adamdı.
Yavaş yavaş kök salıyordu.
Bir konferansta şöyle demişti:
“Düzenin değişmesini beklemeyin. Siz düzen olun. Ama bu kez adaletli, merhametli, insanı ve Allah’ı bilen bir düzen...”
Cemil artık sahnelerde değil, sahneleri kuran adamlardandı. Her bir genç, onun bir parçasıydı. Onlar yalnızca iş yapmıyordu; hakikati işliyordu. Ama bir şey daha vardı… Cemil bir defter tutuyordu. Adı yoktu kapağında. İçinde sadece bu cümle yazıyordu:
“Bir gün geldiğinde, bu düzenle hesaplaşacağız. Ama o gün geldiğinde, bizde kin değil, hak olacak. O güne kadar sabırla, fikirle, ahlâkla hazırlanacağız.”
Aylık Baran Dergisi 44. Sayı Ekim 2025