“Ramazan eğlenceleri” ne demek?
“Ramazan eğlenceleri” adıyla sunulan format tam bir “sapma”dır. “Ramazan eğlenceleri” kavramı ne dinimizde, ne de töremizde vardır. Cumhuriyetin ilk yıllarında halkı ibadetten alıkoymak için uydurulmuştur…
Referans olarak da, gayrimüslimlerin ve serserilerin mekân tuttuğu “Direklerarası” verilmiş, kültürel bir boyut katmak için de “Karagöz-Hacıvat” buna âlet edilmiş, güya kökü Osmanlı’ya dayandırılmıştır.
Öncelikle belirtmeliyim ki, Osmanlı ceddimizin “eğlence” anlayışı “inanç” çerçevelidir. Hayatın tüm evrelerini inançlar belirler: Her tür yaklaşımda “dini meşruiyet” aranır. Dindışı her davranış sadece “günah” sayılmaz, yanı sıra “ayıp” da sayılır.
Toplumun şekillenmesi böyledir ve bu devlet tarafından her daim denetlenir.
Elbette herkes ve her kesim için “eğlence” bir ihtiyaçtır. Ancak “eğlence”nin şekli kişiden kişiye, toplumdan topluma değişir. Bir milletin eğlenme türü başka bir millet için sıkıcı olabilir. Bu konu tamamen insanların keyif alma biçimleri ve kendilerini mutlu hissetmeleriyle ilgilidir.
Bu bağlamda Osmanlı ceddimiz de pek tabii eğlenirdi. Ama bugün bizim “eğlence”den anladığımızla onların anladıkları farklıydı.
İnsan hayattan daha çok keyif alıp rahatlamak için eğleniyorsa, bunun farklı ve değişik pek çok yolu vardır: Meselâ Osmanlı ceddimiz ibadet ve kulluktaki zevki keşfetmişti. Bu zevki keşfedince ibadet keyfe, hayat da ibadete dönüşür.
Devr-i Saâdet hariç, Osmanlı ceddimizden başka hiçbir toplum, hiçbir dönemde, ibadeti böylesine bir keyfe dönüştürememiştir.
Tekkelerde, zaviyelerde, dergâhlarda yapılan toplu “âyin”lerden tutunuz, ailece yapılan zikirlere, oradan selatin camilerinde kılınan teravihlere, ramazanlarda fener alaylarının Kur’an ve ilahi eşliğinde yaptıkları geçişlere, Cuma namazları sonrasında gerçekleştirilen görüşme seremonilerine kadar, hayat özü ibadet ve taat olan bir eğlenceye dönüştürülmüştü.
Aynı dönemde, diğer sıradan eğlencelere de birer sosyal aktivite mahiyeti kazandırılmıştı: Geleneklerin sürmesine, inançların tazelenmesine, değer yargılarının, törelerin kökleşmesine hizmet ederdi.
Ayrıca her eğlencenin toplumsal bir işlevi vardı. Meselâ ok atma ve cirit gibi spor mahiyetli karşılaşmalar, devamlı savaşan bir yapıya sahip olan Osmanlı insanının yeteneklerini koruyucu ve geliştirici bir rol oynardı. Böylece insanlar hem eğlenir, hem yeteneklerini geliştirirler ve dönem gereği her zaman çıkması muhtemel savaşlara hazırlanırlardı...
Osmanlı ordusu, bir dönem Batılı gezginlere “cıva gibi akıcı ve ateş gibi yakıcı bir ordu” benzetmesi yaptıran hızlı hareket kabiliyetini kısmen bu oyunlara borçludur. O dönemin Avrupa’sında böyle şeylerin görülmediği de bilinmektedir.
Tabii tüm seyir ve eğlence oktan, ciritten ibaret değildi: Bazen cambazhanelere gidilip cambazların, hokkabazların (“baz” Farsça’da “oynayan” demektir) yanı sıra, günümüzde çoktan unutulmuş sürahibazlar, kâsebazlar, zorbazlar, kuklabazlar, hayalbazlar, hilebazlar, sinibazlar, şişebazlar, ateşbazlar (bu ve benzer pek çok oyunu Evliya Çelebi sayıyor) seyredilirdi.
Öte yandan, Osmanlılarda mesire (bugün kendimize yabancılaştırıp “piknik” dediğimiz) kültürü çok gelişmişti. Sadâbâd gibi bazı mesire yerleri zaman zaman moda olmuş ya da modası geçmiştir. Boğaziçi bâkir kıyılarıyla muhteşem güzellikte bir mesirelikti. Mesireler tatil günleri hınca hınç dolardı.
Dini bayramlar, padişahın tahta çıkış yıldönümleri, ramazanda mahya hazırlığı, şehzadelerin sünnet düğünleri, padişahın kızlarının evlilik merasimleri, valide sultanın merasimle eski saraya gidişi, padişahın cuma selamlığı merasimi, baklava alayı, panayırlar ve Sürre Alayı da halkın meşru zeminde eğlendiği olaylardı.