Nerden nereye
Bazı olayları yaşayınca insanın “nerden nereye” dememesi mümkün değil. Risale-i Nurların devlet himayesinde basılır olması bunlardan biri. İçinde bu satırların yazarı da dahil binlerce insan sırf bu eserleri okudukları için nice seneler hapishanelere atıldılar. Risalelerin Müellifi bu uğurda yıllarca zulmün en amansız ve imansızına maruz bırakıldı. Öndeki ilklere her türlü işkence reva görüldü. Fakat onlar hak bildikleri bu yolda zerre kadar taviz vermeden sabrettiler. Sonunda sabrın aktif nuru olmazları oldurdu, imkansızları mümkün kıldı.
Henüz yirmi yaşlarında bir gençtim. İzmir Yüksek İslam Enstitüsünde okuyordum. Köy köy dolaşıp kahvehanelerde sohbetler yapıyor, camilerde vaazlar veriyordum. Konuşmalarımdan birinde Abdülhamid cennetmekanı anlatmış, konuyla ilgili ondan bir örnek nakletmiştim. Dinleyenlerden bazıları soluğu savcılıkta almış, benim demediklerimi de ilave ederek şikayette bulunmuş. Zaten öncesinde Risale-i Nur okumaktan dolayı bir mahkûmiyetim var, cezanın bir kısmını yattım, diğer kısmı için de aranıyorum. Cezaevine girersem, tahsilimi sonlandırmak zorunda kalacağım.
Bir dostuma bu meseleyi açtım. Tanıdığı bir hakim olduğunu söyledi. Gidip dosya münderecatını ona anlatalım, sonucun ne olabileceğini o bilir ve bize de söyler, dedi. Gittik. Dosya sahibinin ben olduğumu söylemeden hakime konuyu açtık. Dosyayı istedi. Verdik. Daha bir dakika bile incelemeden, bu arkadaş ceza alır, dedi, başka da bir şey söylemeden dosyayı bize geri verdi. Gerçekten de dediği gibi oldu ve ben Abdülhamid’i methetmekten dolayı bir sene hapis dört ay sürgün cezası aldım. Şimdilerde Abdülhamid devlet televizyonunda dizi olarak gösterime girdi. Göğsüm kabardı, ister istemez ben de “nerden nereye” dedim.
Cumhuriyet kurulduğunda, kendisi kraliyetle idare edilen ülke İngiltere bize parlamenter sistemi dayattı. Saltanatın kaldırılmasını şart koştu. Bütün Osmanlı hanedanının sürgün edilmesini emretti. Direnecek halimiz, karşı koyacak mecalimiz olmadığı için, ister istemez denilenlere boyun eğdik. Kendi değerlerini tanımayan, kendi mirasını hakir gören bir kuşak yetişti. Onlar bizi mazimizden bütün bütün koparıp ne olduğu ve nerede duracağı belirsiz batı aşkının azat kabul etmez köleleri yapmaya çalıştı. Başarılı da oldular. Devlet yönetimini bazı vesayet odaklarına , binlerce yıl değişmemek üzere teslim ettiler..
Bu ülkede kendi değerlerimize dönüş ifade eden her düşünce, her hareket “irtica” yaftasıyla tersyüz edildi. Direnenler, ya idam edildi ya zindanlara atıldı ya sürgünlere gönderildi ya da parya hayatına razı olmak kaydıyla serbest bırakıldı. En masum talepler bile zalimce muamele gördü.
Daha dün olmuş gibi hafızamızda .. Kendisi de başarılı bir havacı asker olan Hekimoğlu İsmail, bir köşe yazısında İmam Hatip Okulu mezunlarının da askeriyeye girebilmeleri gerekir, dedi diye dört buçuk sene hapis cezasına çarptırıldı ve cezaevine konuldu. Şimdi, askeriyeye İmam Hatip Mezunları da girebiliyor. Daha da ötesi Cumhurbaşkanının eşi başörtülü olduğu için alınmayan yerlere başörtülü bayan muvazzaf subaylar tayin ediliyor. Gelin de “nerden nereye” demeyin..
Kendisi kraliyetle idare edilen bir ülkenin bize parlamenter sistemi dayatmasını nasıl yorumlayacağız? Herhalde aptallık derecesine varacak bir saflıkla bizim iyiliğimizi düşündüklerini söyleyecek, değiliz. Yüz yıla varan bir tecrübe sonrası artık kesinlikle öğrenmiş bulunuyoruz ki, bu sitem bize “ne ölsün- ne olsun” siyasetini uygulama sahasına koyabilmek için dayatılmıştır. Nitekim istedikleri de olmuş, ölmesek de bir şey olamayan halimizle bu günlere gelinmiştir.
Vesayet odakları el değiştirse de devlet yönetiminin asla seçilmişlere bırakılmamış olduğunu da burada hatırlamamız gerekiyor. İşte bu kadar olumsuz şartlarla kuşatılmışken, harici- dahili hain ve düşmanlarımızın hiç hesap edemediği bir siyasi gelişme oluyor. Türkiye, bütün vesayet odaklarından kurtuluşu ilan anlamına gelecek bir teklifle 16 Nisan’da referanduma gidiyor. Çok başlı yönetim açmazını aşma mücadelesini milletin reyine sunuyor. Sonuç ne olursa olsun böylesi cesur bir adım bile bize “nerden nereye” dedirtecek tarihi bir vakadır. Hele sonuç “evet” çıkarsa, aynı cümleyi bin defa tekrar etsek yeri olacaktır. Çünkü bu evet, ülke, millet ve devlet için sayısız müjdenin sökün edip gelmesi adına, hal diliyle yapılmış külli bir dua ve reddi imkansız bir davetiye hükmüne geçecektir..