Dünya, menfaat dünyası değildir
Menfaat düşkünlüğünün yakıcı sonuçlarını görmek isteyen, son birkaç yılda yaşadıklarımıza bakabilir. Menfaatine dokunulanlar, işi vatan hainliğine ve millet düşmanlığına kadar götürdüler. Hesabını nasıl verecekler, bilemiyorum.
Daha açık söyleyelim: Yunanistan’ın şerrinden korunmak için alınan silahlarla millete ve Cumhurbaşkanı’na saldıracak, sonra da Yunan topraklarına kaçmaya çalışacaksın, kaçacaksın.
Hiçbiri pişman değil. Utanma duygularını kesin bir biçimde kaybetmişler. İhanet kelimesi bile bunlar için yetersiz kalıyor. Tahammül sınırını aşan bir alçaklık. Kalbimize kıymık gibi batan bir görüntü.
Bir kimse, devletin mahremini ifşa ediyorsa, devletine karşı ajanlık ve hainlik yapıyorsa, onu savunanlara vatansever denmez. Artık başka bir yola girmişlerdir. O yol, milletin ve memleketin hayrına değildir.
Tekrar, şu hainlik bahsine dönelim.
1070 yılında, Sultan Alparslan’ın eniştesi Erbasgan’ın isyan etmesi ve İstanbul’a kadar gelerek Bizans’a sığınması.
Sultan İkinci Mehmed’in İstanbul’u kuşatması sırasında, Langa Limanı surlarını (Yenikapı) Şehzade Orhan ve askerlerinin savunması. Evet, Türklere / İslâm âlemine karşı.
Tarih, bunun gibi birçok örnekle doludur.
Doğrudur, insan unutkandır, unutur. Tek güvencemiz şudur: Milletin derin hafızası unutmaz. Orada, her şey kayıt altındadır. İyi muhafaza edilir. Bu rezillikler, millî hafızadaki yerini almıştır. Nesilden nesile aktarılacaktır.
Milli hafızaya ve derin vicdana güvenirim. Milletimiz, doğru insana yapılan yanlışları asla unutmamıştır, unutmaz. Yanlışa maruz kalanı, daha çok bağrına basar, sahip çıkar.
Mesela, Adnan Menderes, milletin gözünde ve gönlünde her geçen gün büyüyor. Ona yanlış yapanlar, zulmedenler ise daha ne kadar küçülebilir?
Biraz daha yakına gelelim: 28 Şubat sürecinin askerî, siyasî ve diğer mimarları kısa süre içinde itibarlarını kaybetmiş, millî hafızadan hızla düşmüşlerdir. Cennetmekân Necmettin Erbakan Hocamız ise hayırla anılmaya devam ediyor.
Bir örnek daha: Sultan Abdülhamid Han, çetin şartlar altında ve zorlu düşmanlar arasında otuz üç yıl ülkemizi idare etmiştir. Onunla beraber ‘büyük padişah’ devri de kapanmıştır. Onu millî hafızadan düşürmek için bir hayli çaba harcandığı gerçektir. Ancak bunca kara propagandaya rağmen, onun etkisi ve hatırası günümüze kadar ulaşmıştır.
Sultan Abdülhamit Han’ı gönlümüzde öne çıkaran; vatan sevgisi, kararlı duruşu ve yüksek fedakârlığıdır. Onun ismi, millî hafızamıza çıkmaz kalemle yazılmıştır. Hiç yanlış yapmamış mıdır? Elbette, yapmıştır. İnsan seçimlerinde hayli yanılmıştır. Öte yandan; devleti ayakta tutabilmek için kendi yıkımına rıza göstermiştir. Bunu kaç kişi yapar?
Devlet kaybetsin de, kim kazanırsa kazansın diyenler, üzülerek söylemeliyim ki, Sultan Orhan’ın değil, Şehzade Orhan’ın izinden gidenlerdir. Kaybetmeye mahkûmdurlar. Hem bu dünyada, hem öteki.
Hatırlatalım: Şehzade Orhan’a, devletinin ve milletinin yenilip mahcup olması karşılığında, taht sözü verilmişti. Sahi, mezarı nerededir? Kendini vatandan ve milletten saymayanlar. Hasımlıkta sınır tanımayanlar. “Memleket meselesi” denildiğinde, alaysı bir yüz ifadesine bürünenler. Böyleleri için, kadim bir kuralı hatırlatalım: Ayın on beşi karanlıksa, on beşi aydınlıktır.
Vatanla bağını arsa üzerinden kuranlar, milletle pek bir ilgi kalmayanlar, bizi elbette anlayamazlar. Fakat yine de ikaz edelim…
Bu milletin azmini köreltmek, geleceğini yok etmek isteyenler, tarihe karışmak üzeredir.
Kendi çıkarını, ülkenin menfaatinden üstte tutanlar, temelli olmak şartıyla kaybetmek üzeredir. Kendilerini ülkenin asıl sahibi, devleti ve milleti kiracı olarak gören zihniyet geçersiz hale gelmek üzeredir. Tedavülden kalkış tarihleri yakındır inşallah.
Hırçınlıkları ve tahammül sınırını defalarca aşmaları biraz da bundandır.