Olaylara kendi değerlerimizden bakalım!
Olaylara kendi değerlerimizden bakalım!
YAŞAR DEĞİRMENCİ
Batı’nın medeniyetini, Batı’nın demokrasisinden Batı’nın kapitalizminden tecrit edemezsiniz. O medeniyeti bunlar oluşturuyor. Deliler gibi tüketen, parayı put haline getiren, kültüründeki manevi değer hükümlerini ayak bağı sayan ve esasen o kültürün bağrını da İslam’a duyduğu düşmanlık yüzünden tamamen kurutan Batı Medeniyeti’nin bütün sistematik unsurları sorgulanmalı ve yargılanmalıdır. Hâlbu ki bizimkiler, en küçük bir yoklama ihtiyacı ve endişesi dahi hissetmeksizin, Batı’nın demokrasisindeki, kapitalizmindeki, kültürsüzlüğündeki bütün sloganları kendi mallarıymış gibi benimseme tavrı içindedirler.
Şöyle bir düşünün. 1950’den itibaren 75 yıllık demokratik tecrübe hayatımızda, orijinal bir yorumun bir müsbet geleneğin sahibi olabilmiş miyiz? Yoktur, olamamışızdır. Elimizdeki anayasalar 1961, sonra 1982 anayasalarıdır. Ne yazık ve ne gariptir ki iki anayasa da ihtilal şartları ve ihtilal sonrası anayasalarıdır. Düzgün bir anayasa yapma gayretlerine karşı çıkan “demokrat” geçinenler de maalesef ihtilal şartlarının mahsulü anayasaları savunmakta ve yeni anayasanın muhtevasındaki insan hak ve özgürlüklerine karşı çıkmaktalar. Üstelik değiştirilemez maddesi konularak kutsal hâle getirilen ‘Laiklik ve Kemalizm’ meddahlığı! Kılıfı ne olursa olsun bir türlü kurtulamadık putperestlikten ve putlaştırmaktan!
Batı, batı, batı! Diye diye kendimizi tanıyamaz hale geldik. Ne sağlam ne zengin bir mirasa konmuşuz ki; Tanzimat’tan beri Batı aşkına kökümüze indirilen entelektüel baltalara rağmen, hâlâ varız ve direniyoruz. Kaldırılmak istenen nedir? Utanma duygusudur. Ayıp müeyyidesidir. Vicdan murakabesidir. Değer hükümlerine bağlılıktır. Mesuliyet şuurudur. Taklit ve moda yoluyla bunlar kaldırılmak isteniyor. Bir “yasaksızlık” teranesidir gidiyor. Bu gibi lakırdılar, hukuk argosudur. Hak-hukuk anlayışını ortadan kaldırmak için, kavramların içini oymak için uydurulmuş argo çengelleridir bunlar. Batı’yı sorgulamayan kendine yol bulamaz. Milli-manevi şuur olmadan da Batı sorgulanamaz ve ancak taklit edilir. Müspet bir şey biriktiremiyoruz. Birbirimize aktarmak şöyle dursun, kendi hayatımızın bir devresinden diğer devresine bir birikim taşıyamıyoruz.
Liderleri tahlil edin. Hiçbirinde tecrübe faydalanmışlığı ve farklılığı göremezsiniz. Öylesine ki; dünkü halleri bugünkünden daha iyi denebilir. Geriyorlar-geriliyorlar ilerlemiyorlar. Siyasi liderlerin düştükleri hallerini, izahı zor bunalımlarını son dönemdeki vaziyetlerini, Ecevit’in başörtülü milletvekiline tahammülsüzlüğünü “haddini bildirin!” hitabını düşündüğünüzde irkiliyorsunuz. Belki de “Yazıklar olsun!” diyorsunuz. Cumhurbaşkanı olarak konuşan Demirel’in söyledikleri sözler ahirette kurtaracak azıklar değil, cehennem ateşine sebep olacak sözler. Mesut Yılmaz’ın hak etmediği hâlde getirildiği Başbakanlık dönemi “siyasi hayatıma mâl olsa da …” diyerek İHL kapatmaları, Erbakan hocamıza yapılanlar, Özal’ın vefatında açıklanamayanlar…
Başörtü yasakları, yapılan çığırtkan mitingler. Adam zannettiklerimizin yuvarlak masanın yuvarlak adam oluşları, putperest halleri, vs. Bugün siyasetimizde Türkiye’nin birçok meselesi yoktur. Türkiye’nin meselesi sadece enflasyon değildir. Milli gelir düşüklüğü değildir. Terör bile değildir. Bunların hepsi uzantıdır, gerçek sebeplerin uzantısı olan ve başkaları tarafından başımıza musallat edilen neticelerdir. Cumhurbaşkanımızın zaman zaman millî-manevi-fikri meselelere vurgusu, hitabet gücünü de kullanarak yaptığı güzel konuşmalar bile; öfkeli, sinirli, hamasi nutuk muamelesi görüp parti içinde bile farklı değerlendirmelere yol açıyorsa, bu durum siyasî kültürün seviyesini ortaya koymaya yeter! Siyasetimizde ideal yoktur, fikir yoktur, hasbilik yoktur, orijinallik yoktur. Çünkü Batıcılık, siyaset meydanını bir büyük çöle döndürmüştür.
İnsanlığı bu çölden kurtaracak İslâm’ın bütün bir insanlığın tüm zamanlar ve zeminlerde değişmez değerleri olduğunu söylemeyecek miyiz? İdealist insanlar farklı hayat tecrübelerinden geçerek, farklı ruhi ve entelektüel serüvenler yaşayarak, ateşten gömlekler giye giye, bin bir türlü acı çeke çeke keşfediyorlar Allah’ın nizamını. Bu tür iman çok önemli. İmanın ve İslam’ın bu şekilde anlaşılması çok sağlam ve değerli.
Gazze âdeta dünyadaki insanlığı zulme karşı koymaya çağırdı. Zalimin, katliamın, vahşetin karşısında her türlü işkence, öldürme, soykırıma rağmen direniş-duruş-şehadete mütebessim bir yüzle gidişle hidayet davetçisi oldular. Hiçbir devirde görülmemiş “Hakkın yanında Bâtılın karşısında duruş” sergileniyor. Sumud gemisine katılanlar, yapılan yolculukta yaşananlar da ayrı bir dâvet!
ABD’deki toplantılar, konuşmalar, BM genel kurulundaki hitabet, Türkiye’nin lider devlet, liderinin de dünya devletlerinin başındakilerin peşinde koştukları lider olduğunu gördü. Türkiye; dünyanın ruhu, mazlumların umudu, zalimlerin kâbusu olduğunu gösterdi. Necip Fazıl “Yahudiler mi dediniz? Onlar yumurtalarını pişirmek için dünyayı ateşe vermekten çekinmeyen lanetlilerdir” diye boşuna mı söyledi?
Müslümanlar bin yıldan fazladır Kudüs’e hakimler. Müslüman, Hristiyan, Yahudi dün İslam hakimiyetinde barış içinde bir arada yaşadılar, yarın da öyle olacak. Evet, Kudüs-ü Şerif’ten bir çakıl taşı dahi alamayacaklar. İşledikleri soykırım sebebiyle de sağ elleri kuruyacak, dilleri damaklarına yapışacak, değil gelecek sene, ebediyyen Kudüs’te buluşamayacaklar. Kudüs, her inanca saygı duyan bir selam şehri, bir Müslüman şehridir; dün öyleydi, bugün de öyle, inşallah hep öyle kalacak.