Dil savaşı
“Bülbüllere emir var
Lisan öğren vakvaktan
Bahset tarih balığın
Tırmandığı kavaktan”
Rahmetli Üstadım Necip Fazıl, o engin dehāsı ile her şeyin köprübaşı olan iki ana meseleyi, iki mısra ile koymuş önümüze: tarih ve lisan...
Gelin, “Balığın tırmandığı kavak” meselemizi sonraki sohbetlerimiz bırakıp, lisanımızdan dertleşmeye başlayalım.
Savaşın nidüğünü ve nasılını iki önceki yazımızda konuşmuştuk. Bütün vasıtaların denenip mücadelenin tıkandığı noktada silahın devreye girip, çözümün muharebeye kaldığını anlatmıştık..
İşte, savaşın muharebeye kadarki safhasında, tarafların kullandığı vasıtaların belki de başında gelen lisan, en tesirli araçtır.. Düşünce - Fikir dediğimiz şey, kelimelerden teşekkül eder. Kelimelerle düşünürüz ve kelimelerin de bi ruhu vardır..
Sömürge imparatorluklarının, ekim sahalarındaki ülkelere, kendi dillerini-dolayısıyla kültürlerini - enjekte ettikleri malûm.. Çünkü onun diliyle konuşur hale gelirsen, giderek onun gibi düşünmeye başlarsın.. (Resmi dili hâlâ İngilizce, Fransızca olan Afrika ülkelerine bak.)
Savaşta acil hedef; o milleti millet yapan temel değerleri, dini ve dilidir.. O sebepten, ‘Dış’ ın dürtüklediği ‘İç’ odakların, dinimize içten ve dıştan nasıl saldırdıkları hepimizin malûmu. Mecliste, “Cumhuriyetin dini hristiyanlık olarak yazılsın” teklifi bile verildiğini unutmayalım...
Dilimiz de aynı şiddette hedef alındı.
Önce, yabancı kelimelerden arındıralım cingözlüğü ile işe sıvandılar, sonra da bir odaya kapanıp, karınlarından vakvakça sözcükler (!) uydurdular... Halbuki her lisan, dışarıdan aldığı ve kendi malı yaptığı kelimelerle zenginleşir. Arapça, Farsça kökenli kelimeler diyerek, yüzlerce asırda meydana gelen muhteşem türkçemizi; babanın söylediğini oğul anlamayacak hale soktular.. (Şimdi bazı öküzler çıkıp, canım o dili de anlayamıyoruz, diyecektir. Biz de zaten, bunu yaptılar diyoruz.)
Bugün, latince, saksonca kökenli kelimeleri çıkarıp atsalar, ortada ne avrupa ne de anglo-sakson medeniyeti kalır; bütün bir batı işaret diliyle anlaşmaya çalışır...
Burada sözü, saygı ve rahmetle andığımız Prof. Halil İnalcık Hoca’mıza bırakalım, edebimizle:
“Herkesin ağzında bir stres.
İyi de stresten maksadın ne güzelim???
Dert mi, gam mı, kahır mı, keder mi, gussa mı, yeis mi, tasa mı, mihnet mi, elem mi, üzüntü mü, endişe mi, kasvet mi, nedamet mi, melâl mi, enduh mu, hüzün mü, hüsran mı, hicran mı, ızdırap mı, inkisar mı, kâbus mu, hafakan mı, teessüf mü, teessür mü, vehim mi, buhran mı, matem mi, gaile mi?
Söyle hangisi?!.”
Genç dostum, bak senin nelerini nelerini alıp yerine gâvurca tek bir ‘stres’ koyuvermişler... Şimdi senin vazifen, yabancı dil öğrenme cehdinin iki mislini, ana dilini yeniden keşfetmeye hasretmen.. Unutma ki yedi dil bilen ceddin Fatih muhteşem divanını muhteşem türkçemizle yazmıştı...