Bir ihanetin anatomisi: Tarla böyle sürüldü- taşlar böyle döşendi (2)
Bir ihanetin anatomisi: Tarla böyle sürüldü- taşlar böyle döşendi (2)
LATİF ERDOĞAN
Riyanın, gösterişin kendisinde pik yaptığı bir tipti. Yirmi dört saatlik günün yirmi saatini kamera karşısında geçiren bir başka megaloman göstermenin imkanı yoktur. Geçmişinde de kendi anlatımıyla, sırf dikkat çekmek için ceketini ters giyerdi. Minare şerefesinde yürürdü. İnsanların dikkatini çekmek ona korkunç derecede bir haz ve zevk verirdi.
Daha sonraki hayatında bu dikkat çekme vasıtası sarığına iliştirdiği taylasana; diğer din adamlarının giydiği cübbeden farklı cübbe giymeye dönüştü. Yeni elbise giydiğinde uzun uzun kendisini aynada seyretmekten men edemezdi. Yolda giderken mağazaların şeffaf vitrinlerinde kendini seyretmek kronik hobisiydi. Tam bir narsisti. Bulunduğu mecliste dikkat çekici bir ikinci kişiyi hazmedemezdi.
Yalanı birkaç doğru içine sarmalar öyle söylerdi. Muhatabı dediklerinin yalan olduğunu anladığında çoktan iş işten geçmiş olurdu. Arandığını söylediği dönemlerde hep sahte kimlik kullandı. Tanımadığı bir kişi merakla ismini sorsa cevabı mutlaka uydurma bir isim olurdu.
Kendisini, Mesih olduğuna inandırmıştı. Onda bu kabulleniş müzmin nezleden farksızdı. Tepki gördüğünde vaz geçmiş, iyileşmiş gibi olur sonra tekrar başlardı. Bir gün beraber yürürken ve hiç de yeri değilken bana döndü, “ben otuz üç yaşımda ölürüm sanıyordum, fakat olmadı. Ama yine de çok yaşayacağımı sanmıyorum” dedi. Bu lafı ettiğinde o otuz beşinde ben yirmisindeydim. Otuz üç yaş bir telmih, bir işaretti. Hz. İsa bu yaşta göğe çekilmişti.
O bu vartaya daha çocuk yaşta, aile bireylerinin ve yakın çevresinin kendisine gösterdikleri abartılı fakat bilinçli teveccüh ile yuvarlanmıştı. Daha sonra bunlara onu bu yönde yönlendirenler ve bu sayede örgüt içinde psikolojik üstünlük kazananlar eklendi. Anlaşılan üst akıl da böyle istiyordu.
Bir başka saplantısı da ihtilal yapmaktı. Kendisini bütün dünyayı idare edecek çapta bir lider görürdü. Daha Emsile- Bina okuduğu dönemde, kendi ifadesiyle dünyayı elime verseler de şöyle evirip çevirsem, diye iç geçirirdi. Askerde kendisi hakkında tutulan istihbarat raporunda ileride ihtilal yapabilir diye not düşüldüğünü söylerdi. Bütün bunların kendisinin sonradan uydurduğu yalanlar olduğunu elbette o da biliyordu. Ama kendi uydurduğu yalana kendisini inandırmıştı.
“Bir gün uçaktan indiğimizde bizi havaalanında karşılayan bir milyon insan olursa işte o zaman biz de ihtilal yaparız” der dururdu. Humeyni özentisi onda çok baskındı. Onca askeri hizmet, bürokrat hizmeti, mahrem hizmet gibi yaftalara sarmalanmış örgüt faaliyetinin tek amacı, tek gayesi onu devletin zirvesine taşımaktı.
Hayatına, tezat değil tenakuz hakimdi. Şimdilerde bu iki kelimeye çelişki anlamı verilmesi eksiktir. Tenakuz bir önceki düşünce veya kabulü yıkan çelişkidir. Tezat ise, daha öncesine ters ve zıt olan paralel çelişki anlamındadır. Her insanda zamanla fikir değişikliği olabilir ve bu bağlamda tezat yaşayabilir. Fakat tenakuz fikirde istikrarsızlığın göstergesidir.
Bir insan işin başında kadınlar sadece başlarını değil fitne zamanında yüzlerini de örtmelidir, der ve bu düşüncesini her mecliste, her platformda aksine zerre kadar prim vermeden savunur da sonrasında bırakın yüzünü açmayı başörtüsünü de hafife alır hale gelirse buna tezat değil tenakuz denir. İşte bu hal ve keyfiyet onun bütün hayatının başlangıç ve sonucunda hep vardır.
Örgütün sözde ileri gelenleri yaşanan bu sayısız tenakuzları makul hale getirmek için bir istişare toplantısı yaparlar. Yapılan görüşme sonucu topluma bu gibi durumlarda “artık değiştik” deme kararı alırlar. Elbette bu değişme stratejik ve taktiksel alanla sınırlı kalmaz, sonunda dine kadar varır dayanır. Kültür düzeyinde kabullendikleri İslami değerler, Hristiyan kültür verileriyle yer değiştirir. Sonunda Amerikan kültürüne göre toprağa, boş da olsa tabutuyla gömülür.
1971 Muhtırası sebebiyle tutuklu kaldığı süre içinde aynı koğuşta tutuklu banka soyguncusu solcu Kadir Kaymaz’la nasıl dostluk kurduğunu ballandıra ballandıra anlatırdı. Hatta bu uğurda Nur talebeleriyle tartışmalara girmişti. Bekir Berk, Kadir Kaymaz’a gösterdiği bu aşırı ilgi sebebiyle kendisini kaç defa ikaz etmişti. Halbuki bilmedikleri bir şey vardı. Kadir Kaymaz’la irtibata geçmesini ona MİT emretmişti. Kadir Kaymaz’ı konuşturmuş ve bu bilgileri ilgili makamlarla paylaşmıştı. Ama o bu olayı çevresindekilere de zıt düşüncedeki kişileri İslam’a kazandırmada başarı modeli olarak pazarlamıştı. Halbuki hiç de böyle bir derdi yoktu.
Nitekim, 1980 İhtilali sonrasında da kendisine bir görev verildi. Örgüt, ülke çapında bir istihbarat ağı gibi çalışacak, kim nerede bir solcunun varlığından haberdar olursa uyduruk gerekçeler ve düzmece senaryolarla o kişiler hakkında bizzat Kenan Evren’e mektup yazacaktı. Daha sonra İçişleri Bakanına ve diğer kuvvet komutanlarına da bu tür mektuplar gönderildi. Belki yüzlerce solcu ya da öyle yaftaladıkları bu ihbar mektuplarıyla mağdur edildi. Ama o hep solculara yakın durumunu korudu. İsmet İnönü’nün elini öptü, Ecevit’e şefaatçi (!) oldu. Kasım Gülek’in cenaze namazını kıldırdı. CHP’ye yüklü miktarda bağışlarda bulundu.
Yıllarca seyit olduğunu iddia etti, Ermeni olduğu belgelendi. Yıllarca özel sohbetlerde masonların aleyhinde demedik laf bırakmadı, mason olduğu kanıtlandı. Müslüman din adamı göründü, gizli kardinal olduğu açığa çıktı. Kadir Mısıroğlu’nun, Mehmet Şevki Eygi’nin yurt dışına gidişlerini korkaklıkla itham etti, senelerce aleyhlerinde konuştu. Onlar ilk fırsatta yurda döndü o bir daha dönmemek üzere Amerika’ya kaçtı. Hutbelerinde Allah’ı da şahit tutarak bir gün Amerika’dan hesap soracağız, dedi; Amerika’da, Amerikan uşağı kimliğiyle onursuzca can verdi.