• İSTANBUL
  • İMSAK
    00:00
    GÜNEŞ
    00:00
    ÖĞLE
    00:00
    İKİNDİ
    00:00
    AKŞAM
    00:00
    YATSI
    00:00
  • 0.0
  • 0.0
  • 0.0
Hüseyin Acarlar
Hüseyin Acarlar
TÜM YAZILARI

Eğitim ve Kültür Üzerine Cumhurbaşkanı’na Açık Mektup

26 Ekim 2020
A


Hüseyin Acarlar İletişim:

Cumhurbaşkanımız R. Tayyip Erdoğan’ın, geçen hafta pazartesi günü İbn Haldun Üniversitesi Külliyesi açılış töreninde yaptığı konuşmadan satırlar;

"…Samimi bir muhasebe ile geçtiğimiz 18 yılda her alanda tarihi eserlere ve hizmetlere imza attığımızı ama eğitim ve öğretimde, kültürde arzu ettiğimiz ilerlemeyi sağlayamadığımızı düşünüyorum... Rönesans'ın ardından fikri ve teknolojik olarak atak yapan Batı dünyasının hak ve adalet tanımadan hızla yükselen baskın gücünün, bu sorunun sağlıklı bir şekilde tartışılmasına imkân vermemiştir… Fikri iktidarımızı hala tesis edemediğimiz kanaatindeyim. Fikri iktidarımızı kökü ve ruhu itibarıyla bize ait olmayan bir medeniyete kaptırmamızın sebebi, bu sapkın akımların önlerinin bilinçli bir şekilde açılmasıdır. Fütüvvet ehli bir nesil yerine amorf bir nesil yetiştirme gayreti, ülkemize ve milletimize oldukça pahalıya mal olmuştur. Geçmişten bugüne yaşadığımız nice acıların, döktüğümüz nice gözyaşlarının, çektiğimiz nice sıkıntıların gerisinde, kuşaklar boyunca maruz kaldığımız bu fikri istila gerçeği vardır…"

Öncesinde 2015 yılının Aralık ayında Cumhurbaşkanı Erdoğan, Birlik Vakfı Genel Merkezi'nde, "Birlik Vakfı 30. Yıl Kutlamaları”nda şöyle demişti; "Ülke olarak çok önemli mesafeler kat ettik. Ancak bu süreçte iki alanda, eğitimde ve kültürde hedeflediğimiz noktaya gelemediğimizi üzülerek söylemek istiyorum… Dünyanın pek çok ülkesinde eğitim ve kültür faaliyetleri devletle birlikte STK'ların etkin olduğu kuruluşlarıdır. Devlete istikamet verecek olan STK'lardır. Eğitim ve kültür gibi alanlarda bürokratik adımlarda istenilen adımlar atılamaz. Bürokrasiyi kendi başına bırakacak olursak, bürokratik oligarşiyi görürsünüz. Biz bu ülkeyi bürokratik oligarşiye teslim etmeyiz…”

Her kutlu sözün nahak, her onurlu kelimenin kılıçlarla budanıp kolsuz forsalara döndüğü koskoca 18 yıl… Cümlelerimiz telmih kokulu, dilimiz ağdalı, vicdanlarımız yaralı da olsa çıkmayan candan ümit kesilmez. Nihayetinde umuttur fakirin azığı.

İnsan gereğinden çok konuşarak da, gereğinden çok susarak da günah işleyebiliyor. Ve yanlışı zevkle izlemek kadar acımasız ve kayıtsız kalabiliyor. Kayıtsız kalmamak adına…

Muhterem Cumhurbaşkanım;

“Bizimkisi Bir Aşk Hikâyesi” siyah beyaz film gibi beraber yürüyerek başlamıştı. Beraber ıslanmıştık yağan yağmurda. Şimdi dinlediğim tüm şarkılarda zat-ı alinizi Pınarhisar cezaevine uğurlayan Sevgili Ahmet Kaya geliyor. “Hiç kimse annemin örtüsüne el uzatamaz “ haykırışı ile 28 Şubatçılara meydan okuyan Sevgili Ahmet, yurdundan uzaklarda “hoşça kal gözüm” diyerek adeta ölüme zorlandı. Gurbet elde yatıyor. Kültür Bakanlığımız na’şını çok sevdiği ülkesine getirmek için neden bekler? Sorusuyla başlamak istiyorum.


TRT, “Payitaht Abdülhamit” dizisi ile tarihiyle barışık kültürel bir hizmet sundu. Gelin görün ki Fransa'nın başkenti Paris'in yakın banliyölerinden Bobigny'deki Müslüman Mezarlığında “Bu mezarda Fransa’da açlıktan ölen ve bir parkta ölüsü bulunan Sultan Abdülhamid Han oğlu Şehzade Ahmet Nurettin yatıyor” mezar taşından habersiz mi Kültür Bakanlığımız? Her onurlu bu ülke vatandaşının kanına dokunan bu ayıbı nereye koyacağız? Naaşını buraya taşıyamaz mıyız? Tıpkı parasızlıktan tabutuna haciz konulan Sultan Vahdettin gibi, tıpkı Milli şef politikalarına itirazından dolayı yurt dışında “memleket memleket” diyerek gözlerini yuman Nazım Hikmet gibi. Tıpkı aidat ödenmedi diye kabri kaldırılan kemikleri de kimsesizler mezarlığındaki mazgala atılan Şehzade Orhan Efendi gibi. Tıpkı sahibinin acıyarak kira almadığı köhne bir pansiyon odasında vefat eden Zekiye Sultan, Arnavutluk’ta bir Nazi toplama kampında tifodan ölen Naime Sultan gibi niceleri…. Kültür Bakanlığı vefa ile işe başlamalı ki kırılan umutlarımız için bir tutamak olsun.


Mekke ve Medine’den sonra en fazla sahabenin medfun olduğu Diyarbakır’da arkeolojik çalışmalarla bilinen kabirler dışında bilinmeyenler tespit edilmeli değil mi?
Malumunuz Mektebi arifan da ilk ders kırmamak son ders kırılmamaktır. Hayatın arifan mektebine yeniden dönüş vaktidir. Popüler kültür yazıları gibi ömrümüzü de çöpe atmak sadece kendimize ihanettir. Sözlerimizin Ankara bürokratik vesayetinin ördüğü sağır duvarlarını aşması temennisi ile okuyucunun hoşgörü ve sabrını zorlayacak olan bu uzunca eğitim ve kültür eksenli yazı ne ilkyazımız ne de son yazımız olacak. Klasik yazı formeline uymayarak direk indeksten somut birkaç hatırlatmayla başladık. Bu minvalde hoş görüle…


Muhterem Cumhurbaşkanım;

İdeolojik ön kabullerle her kesim sadece kendi ideolojisini yansıtanı aydın veya entelektüel kabul edip diğerini kör ve sağır duvarlarla örülü cehalet hapishanesine mahkûm yolluyor.
Ümit var olacağımız bir gelecek için, ideolojilerin deli gömleğinden sıyrılmamız gerekiyor. Bundan sıyrılmak pekte kolay görünmese de, herkesin evi bildiği bir dünyada yabancı gibi yaşamayı ve bu acı deneydeki trajediyi bütünüyle yaşamış insanları dinlemek ve anlamaya çalışmak öncelikli adım olmalı.
Herkesin kendi zaviyesinden yaklaşım paradoksu nihai kertede bu satırların yazarının da sorunu. Teşhis ve tedavi öncesi tespitlerden yola çıkmak paradoksu aşmamıza katkı sunacaktır.
Bugün Millet ve Devlet eğitim, kültür ve yaşam alanlarını şekillendirmede konsolidasyon (ihtiyaç) için diri enerjilere ihtiyaç duyuyor. İdeolojilere değil.
Toplumsal dönüşümde muhayyileyi ve kavramları daraltan ideolojik ön kabul, saplantı haleti ruhiyesinden kurtulmalı. Özellikle muhafazacılık en zayıf halkada duruyor. Muhafazakârlar; dogma haline getirdikleri cemaat, abi, STK, tarikat anlayışlarıyla bu toplumsal siyasal dönüşüm de kendilerine fazlaca anlam yüklediler. Bu topraklarda İslam ve Müslümanlık; “muhafazakârların” çizdiği ya da dayattığı muhteva, hudut ve vizyondan daha büyük. Türkiye Türkiye’den büyüktür. Fıtratı bozulmamış bir insan bedeni, nasıl ki, neye ihtiyacı olduğunu beyne sinyal yoluyla bildiriyorsa bunun gibi mafyöz ve dominyon olmayan bir devlet de kendinin ve milletinin ihtiyacını görür.
İdeolojiler arasındaki farkların katlanılabilir, olağan insani toleranslar aşamasına gelmesi; bununla bölünmüşlüğün ve kamplaşmanın izale edilmesi muhafazakârların kendi tabularını kırmasına bağlı. Hakikatle oyun oynamaktan ve sahte ilim takva numaralarından vazgeçerek -popüler kültürden yalıtılmış-, slogandan kalbe yüzleşme vaktidir. Allah’la arasını düzeltmek ve evrensel hakikatten özür dilemek gibi bir zorunluluk var.

Aksi durumda toplumun yaktığı Devlet ateşi, önce muhafazakârları yakacak.

‘Seçilmişlik’ psikozu fıtraten kendisini necip gören kavme yaraşır, Müslümanlara değil. Devlet de Milletle; onurlu, gururlu ve “kendi” olduğunda asalet ve hakkaniyet gelir.

Geçmişin idrakleri, gelecek iradeleri belirlemese bile etkiler. Geçmişin yazgısı (kader) ve geleceğin yargısı (kaza) “şimdi” de ve birlikte vardır.

Bazen abartılı bir kader örgücüsü çağrışımıyla, siyasal olayları yüksek perdeden/ müteal bir üslupla sunmak şaşkınlık oluşturabilir, garip gelebilir. Söz konusu kültürel dinamikleri yakalamak ise mesele, bazen zararsız geçici şoklamalar elzem olur.

Bu itibarla;

Birinci dünya savaşında esir düşen, parçalanan Müslüman coğrafya değildi sadece. Zihinsel melekeler ve İstikbalde işgal altına girdi.

Geçen yüzyılın başından beri Müslüman ismine mazhar olanlar, her gün için bir bedel ödeyerek yaşadılar. Yetmedi neseplerini, çocuklarını ve istikballerini kokuşmuş dünyadan bir nefes daha soluma uğruna müstemlekeci paganist Batı medeniyetinin terbiyesine teslim ederek tek taraflı ödeşiyorlar. Bugün Batı(l)ının dogmalarıyla yetişen nesiller atalarına kılıç sallar oldular.

Müslümanlar, kalifiye nüfusunun büyük bir bölümünü birinci dünya savaşı ve öncesi cephelerde şehit verdi.

İslam’ın taşıyıcı dili bağlamından koptu. Din İslam adıyla profanlaştırıldı.

Yeni din anlayışları istihdam edildi.

Yazı dili değişti.


Resmi tarihle hafızalar silindi.

Kökleri ile bağları kopan nesiller, zihinsel Man kurtluğa açık hale geldi.

Batı medeniyetinin saldırılarına direnebilecek unsurlar ya yok edildi ya da sindirildi.

Beyan, Burhan, İrfan mektebi kapandı. Hikmetle bağ koptu. Öznel düşünce yok oldu.

Batılı modelin (pozitivist/seküler) eğitim modeli Müslümanın ruhunu emdi. Posası kalan Müslümanlar, ihtilaf ve fitne dilini üretmeye açık hale geldi.

İnsanı kamil mektebi İrfan/ tasavvuf; hokkabaz tarikatlara, Bilginin evi medreseler/burhan; fetva mukallitliğini aşamayan dergahlara Modern zamanların “İslamcı” hareketleri; batı travma ürünü felsefi ürünler üzerinden kafa karışıklığına temerküz etti.

Bağlar kopuktu.

Tekfir dili gelişti. Ötekileştirici dil ile mukabele adab- ihvandan sayıldı. İhtiyaç halinde şiddete açık ihtiyaç halinde psikozlara nevrozlara mübtela liderlere sürü kılındı. Kendini peygamber ilan eden dangalaklara teşneden tutunda, kendini “Kâinat İmamı” sayan ağlakçılara kadar milyonlarca nesil heba edildi.

Müslümanım diyenler, fotoğrafın bütününde devletler, kavmiyetler, milletler (Türk-Arap-Kürt-Fars) mezhepler (Şii-Sünni-Hanefi-Şafii-Selefi) çatışmacı halleriyle resim verdi.

Müslüman duvarının taşıyıcı kolonları ulema, asgari yaşam olanaklarından mahrum kılındı önce. Sonra itibardan düşürüldü Sonuçta toplumsal damarın gözden ırak mağaralarına hapsedildi. Meydan –affınıza mağruren- şaklabanların, hödüklerin, döneklerin, köçeklerin, borazancıların fink alnına dönüştü.

İlimden yoksun kalınca siyasi meseleler öncelendi. “İtikat budur” diye bellendi. İncir çekirdeği hükmünde olmayan meseleler, imani/itikâdi meseleler gibi sunulup Müslüman kesimin öncüleri ile cumhuriyet sonrası toplumun arasına duvar oldu.

Mezarlıklarda Kur’an okumasından, abdestsiz Kur’an okunup okunmayacağına, şeyh mürit ilişkilerinden mezar ziyaretlerine varana kadar birçok konu, Müslümanların kendilerinin düşünüp fark ettikleri, hayattan üremiş sorular/sorunlar değildi. Yiten nesillerini, kaybolan adab-ı muaşaratlarını, maruz kaldıkları zulmü, parçalanmışlığı, sömürüyü tartışamayan Müslümanlar; şefaati, kerameti, türbeleri, ve türevleriyle onlarca kavram üzerinden zamanı heba ettiler. İzzetlerini vakarlarını kaybedenler, suni ve politik meselelerle birbirlerini yankılayıp durdular.

Bitirilen yalnız eğitim ve irfan merkezlerinin hizmetlisi ulemanın itibarı değildi. Onlarla birlikte bin dört yüz yıldır geliştirilen İslam Medeniyetinin çocuğu, nesli, aileyi, cemaati ve cemiyeti diri tutan terbiye, adap ve usul verme tecrübesiydi.

Müslüman toplumlar, bırakın nesillerini nasıl yetiştireceklerini, kadim medeniyetin varisleri, nesillerini yetiştirmek için geliştirilmiş usul/yöntemin varlığını dahi unuttu. İngiliz deneyciliği, Amerikan ilerlemeciliği/pragmatizmi, Alman mantık ve akılcılığı, üzerine Fransız romantizmi aykırılık halinde İtalyan/Sicilya mafyacılığının dip kodlarıyla nesiller yetiştirildi, yetiştiriliyor.

Alternatif paradigma olarak okul/medrese yapılarda çoğu kez güncelden uzak fetevalar üzerinden halihazırdaki İngiliz sömürge eğitim modelinin içine Kur’an, Arapça, Siyer ve Fıkıh vb. dersi eklemekle dindarlığın kurtarıldığını zannetti. İslam terbiyesi verdiğini sanan yapılar; Kreş, anaokulu gibi kurumlarda Hinduizmden devşirme kişisel gelişim kitapları ve bildikleri yanıldıklarına yetmeyen psikologların öneri ve telkinleriyle büyük iş yaptıklarını sandılar.

Eleştiri karşısında bunları yapmazsak “başka ne yapacağız?” kelimesi, tembelliğin, korkaklığın bedel öder gibi görünmenin ve içerisine düşülen çaresizliğin ve şuursuzluğun itirafından başka bir şey değil.

Ne zaman ki kıble batıya döndü o gün bugündür Batı(l); ağacın dibini pozitivizm, hümanizm, materyalizm, sosyalizm, sekülerizm, konformizm, hedonizm gibi sular ile suluyor. Mahalleden kaçanlarda bugünlerde hortum tutar oldular. Tüm ağaç marazlı. Dallar ve yapraklar bu fikirlerle beslenip büyüyor. Tüm dallar, tüm yapraklar etkilenmiş hastalanmış durumda.

Doğu’nun çocukları, Batı medeniyetinin devşirme çocukları olarak PKK, İŞİD ve türevleriyle batının isteklerine hizmet ediyor. Şiddete müheyya bir ürün var Ve insanlığa barış vaad ediyor!

Bugün “Müslüman” kelimesi elinden ve dilinden emin olunan selamet ehli sayılmıyor ve artık bir ahlak ve erdem sahibi olmanın ismini, bir sıfat olarak her hizip kendi müşterilerine ism-i has kılıyor.


Kendi kelimeleri ile konuşamayan, gökyüzüne gözleri ile bakamayanlar yerli duruştan hamaset nutukları atıyor. Tüm organları ile batılılaşmaya çalışan kim o zaman?

Fikri Kraptos (iktidar) için kleptosçuların önü kesilmeli. Ve “ben Müslümanlardanım” demenin onurunu yeniden ihya etmeli.

Bugün köklerimizle sahih ve sahici bir irtibatın nasıl kurulması gerektiğini anlatacak bir dil bulamadan pepeme kaldık dar-ı dünyada. O dil ki varlığın eviydi. Ev ki beytti, mısra ki duvardı. Hakikate kapalı dünyaya açık büyük şehrin kalabalığında vızıldayıp durdu dilimiz. Özgürlük ateşinin mum veremliğinde eriyerek, var olamadan kına yaktırıp yokluğumuza, en delişmen dostlukları satan ihanet diline kurban ederek sıvışıyoruz.

Reklam, propaganda, manipüalsyon çağında, yüz kırk harfle ancak konuşabilen bir dile yani cahil Twitter ailesine insanlık olarak yenik düştük.

Çakal ulumalarına kulak tıkayarak, mecnun, meczup bir dil ile lal olamayız. Zulme kör basiret ile Leyla’dan yiyeceğimiz “olmadınız mı âleme tabibi melhem?” fırçasını yiyeceğimizi bile bile; omuzlarımız düşük, boynumuz bükük, gözlerimiz yerde dolaşmak fıtratımıza aykırı.

Esaslı çayımız liptona yenik düştü önce. Burgerler çevreledi lahmacun fırınlarının yerini sonra. Ve cola zafer naraları attı evlerimizde. Hurma ve suyun yerine İftarlarımızı cola ile açarken, haris ellerini ovuşturdu iblisçe.

Salih akıllarla lisan-ı salim olan ilimle kalb-i selimlere fidelik yapan instegram oldu(!), facebook oldu (!) ve şehirde insan namına canavar dolaşır oldu. Bir pazarlık yaptık şeytanla. O dünyayı verdi biz ona ahiretimizi, bizi insan yapan bütün değerlerimizi.

Nede çok eğitimli ve kültürlü olduk (!)

Hava kirliliği, gürültü, trafikte boşa harcanan saatler, sürekli bir yerlere yetişme telaşesinde kalabalıklar, sürekli tedirgin, biteviye gerilmiş sinirler…

Kulağa yapışık telefonlardan peş peşe gün yüzü görmemiş sin kaflı cümleler…

Yalanlar, desiseler, maskeler ardına gizlenen riya ruhlar diyarında, kibir kokan hareketler…

Tıklım tıklım AVM’ler, tıkış tıkış otobüslerin, metrobüslerin, minibüslerin vızır vızır yudumladığı asfaltlar…

Ağaçsız, çiçeksiz, bahçesiz betonarme tarlalarında geçen hayatlar…

Her dakika yaprak döken bedenler ile her yanı bahar bahçe sananlar ortak mekânda.

Meyvenin, sebzenin süpermarket depolarında yetiştiğini sanan şehir çocukları…

Hayat, ev merkezli olmaktan çıktı. İş hayatın merkezine oturdu. İbadet merkezli şehirleri yıkıp, yerine ticaret merkezli kentler inşa edip bununla böbürlenen bürokratlar ihtirasları ile bir toplumu, bir tarihi, bir medeniyeti de beraberinde boğuyor. Neden şehirler insana huzur vermekten uzak şeytana gülücük dağıtan merkezlere dönüşüyor?

Kültürel travmanın boyutunu anlatmak, çözülmüşlüğün faturasını okumak inanın çok çok acıtıyor.

Tevhitten uzaklaşmanın faturası çok ağır oldu. Zira şehirden medeniyeti, medeniyetten şehri nazar, tevhitten ne anladığınızla doğrudan ilgilidir.

Modern dünya, iş adamı ya da iş kadını mefhumunu yüceltti. Evcil erkek ya da ev hanımı ifadesini ise küçülttü. Bugün modernitenin evsizlik büyüsüne kapılan kadın, evini başına yıktı. Kariyer ve bireycilik birlikte yaşama hukukunun ahlakını çiğneyerek egoizme tavan yaptırdı. Kadim bilgi bize öğretti ki İlmi kaybeden izzeti de kaybeder.

Mahrem alan olarak tarif edilen, bir çeşit dokunulmazlığı olan evi düşünürken Kâbe ve etrafına “Mescid-i Haram” denilmesinin tesadüfi olmadığını bilmek durumundayız.

Barok ve rokoko mimarileriyle Rönesans ürünü Paris, Londra, Berlin, Moskova bir meydan etrafında milimetrik çizilmiş caddeleriyle militarist bir ruh esintisiyle öne çıkan binalardan örülü semtlerden kurulu. Bu, binaların yükseldikçe insanların küçüldüğü bir dünya…

Birbirine değmeyen, selamlaşmayan, birbirini tanımayan, binalar arasında yok olan kalabalıklar… Birbirine sırt çevirmiş evler.

“Karşıki gökdelenleri duman kaplamış" ya da "Metronun yolları bükülür gider" tarzında dinleyenin içini titreten (!) türkülerin zorla dinletildiği bir dünya bu.

Bu modern dünyadan teknoloji çıkar ama büyük hikâyeler çıkmaz. Büyük şiirler çıkmaz. Büyük dostlukların çıkmaması gibi burada yemekten komşuya pay düşmez. Bu kentlere öykünen imarcılardan merhamet dilenilmez.

"Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir" diyordu Tolstoy. Biz ise her gün yaşadığımız şehirde her gün kendimize yeniden yabancılaşarak hayat sürüyoruz. Bir çeşit şeytanla tokalaşıp her gün yeniden akit tazeliyoruz.

Peki, şeytanla tokalaşmanın bedeli, ağır faturaları görebiliyor muyuz?

Son derece modern meskenler yaptık ama içinde huzurumuz var mı?

Kuş tüyü yataklar kondurduğumuz evlerimizde rahat uyuyabiliyor muyuz?

Moda saatler bileklerimizi süslerken, hiçbir randevuyu saatinde icra edemez olduk.

Çocuklarımızın son model cep telefonları tabletleri bilgisayarları karşılığında ne verdik? Arkadaşlıklarını dostluklarını yok ettik. Bütün iletişim damarlarını kestik.

Her istediklerini alarak rahatlığa alıştırdığımız çocuklarımızda neden bir tatminsizlik var? Bu davranışımızla sevinme güdüsünü, bekleme, yokluk empatisini nihayetinde sabırlarını ve sabrımızı tükettik.

Okula derslere fazlaca anlam yükleyip; ayakta kalma, problemlerle baş edebilme, mücadele azimlerini mahvettik.

Küçükleri kreşe bırakıp ebeveyn sorumluluğunu dumura uğrattık.

Dokunulmaz zırhlarla donattığımız çocuklarımızın öğretmenlerine karşı saygıyı yok ettiğimizde kendimize olan saygımızı da yok ettiğimizi göremedik.

Okunan hatmi şeriften hâsıl olan sevabı cümle âleme dağıtırken çok takvalıydık. Yapılan ticaretten hâsıl olan kârı dağıtmadaki cömertliğimize ne oldu? Paramız var bereketimiz yok,

Okumadan yazıyı, tanımadan yazarı eleştirdik. Dinlemeden konuşmayı, camiye gitmeden imamı, namaza gitmeden ehli salatı, hacca gitmeden Hacı abiyi eleştirenler ne kadar tutarlı olur ki?

Âmâlar şaşıları yönetiyor.

Bir tutam ot için yardan sürükleneceğini göremeyen keçiler, Abdurrahman Çelebi pırpırıyla metropolde dolaşıyor.

Kuşlar daha uçmayı öğrenmeden yuvadan ayrılıyor,

Mardin, Diyarbekir, Şanlıurfa, Şam, Bağdat Priştina, Buhara ille de İstanbul…

Merkezde bir camii ve ona çıkan yollar… Etrafını çevreleyen evler ile çıkmaz sokaklarıyla mahremiyetin tasviri birbirine değen, birbirinin sırtına yaslanmış, yüzünü camiye, yönünü kıbleye vermiş tavaf eden evler…

Destursuz girilemeyen, selamsız çıkılamayan ve hayatın diri diri yaşandığı mahalleler (içinde dirilen yer) ile Peygamber ve tevhid kokulu şehirler…

Bu şehirlerin içinde bütün müdahalelere rağmen tarihi kadar kadim kokulu mağrur ve mahcup mütevazı duruşlar…

İnsanlık damarı koca yürekli insan manzaraları…

Burada şiir çıkar, burada dost çıkar, burada büyük hikâyeler çıkar…
Burada komşuda pişen aştan diğer komşunun hakkı da düşer.

Günümüz dünyası, küreselleşme terimiyle anlatılan hızlı, hızlı olduğu için de anormal sonuçlara gebe bir değişim süreçten geçti. Kimilerine göre bu süreç devam ediyor. Bu yüzden geleceğe yolculuk sürecinde elele gelişen normal kadar anormal trendler dikkat çekiyor. Coğrafyamız bundan beri değil.

Küreselleşme sürecinde Türkiye'de hızla dünyanın bir parçası oldu. Dünyadaki trendler ile Türkiye coğrafyası etkileşimleri siyasal gelecek perspektifimizi dolayısıyla politikalarımızı gözden geçirmemizi zorunlu kılıyor. Dünya kadar dünyanın bir parçası olarak toplumumuzun evirildiği dönüşümü ıskalamak telafisi zor bir fatura çıkaracak. Modern dünyayı karakterize eden bu hızlı değişim, geleneksel, istikrarlı dünyadaki gibi tipleştirmelere meydan okuyor. Bu geçişkenlik, en iyi, “modern-sonrası, seküler-sonrası, sanayi-sonrası toplum” vs. deyimlerinde olduğu gibi, yaşadığımız çağ ve toplum için yaygın olarak kullanılan “-post/-sonrası” nitelendirmesinden anlaşılabilir. Ve bu dönem “e -dünya”ya evrilme trendi gösteriyor.

Geleceğin trendlerinde daha sofistike bir nüfuz ile çok eski ile çok yeni iç içe geçecek kapitalizm damgasını vuracak. Malumat yığınıyla daha karmaşık ama “gelişmiş” hale gelse de dünyamızın daha güzel hale gelmediği kesin. Uzunca bir süredir; derinlikten yoksun, ukala, eleştirel ve hazla yaşayan bireyciliğin tavan yaptığı, tüm kutsalların içinin boşaltılarak slogana indirgendiği profan düzlemde hayat sürüyoruz. İşin fakında olan ve bundan kendini yalıtan az sayıda cins zekâ ise çoğunluğun itibar suikastlarına maruz kalıyor. Bilmeyen, bilmediğini bilmeyen yığınlar metropollere yığıldı. Sayısallaşan bir dünya var. Ölümler bile bir sayı olarak anlamını buluyor insanda. Bilgisayar-internet odaklı teknoloji, üretim kadar tüketim biçimlerini, hayat tarzlarını da kökten değiştirdi. İnternet, basitçe “sınırların aşınması” olarak tanımlanabilecek küreselleşmenin ana motoru, bilişim çağının taşıyıcısı olarak işlerken, yeni dönemde dijital dünyanın aracı olmaya devam edecek.
Yeni toplumların inşası uzunca bir süredir sanal alemlerden yürütülüyordu. Yeni tip insan psikolojisi, toplum psikolojisi var.

Hayatında anlam arayan bir özne olarak insanın kontrolünden çıkan teknoloji, insanların hayatları üzerinde amansız bir kontrolün aracı haline geldi. İnternet teknolojisi, çağa özgü çelişkileri de içinde barındırıyor. Bir açıdan “e-devlet” (elektronik devlet) kavramıyla anlatılan bilişim teknolojisine dayalı kamu hizmeti, banka hesaplarının yönetimi, okul ve kurslara kayıt, hastane rezervasyonu, uçak, tren, otobüs bileti, e-satış vs. gibi geleneksel olarak beyaz yakalıların yaptığı birçok hizmette dâhil, eğitim ve uzun vadede yargı, internet ortamına pandemi süreciyle daha da hızlı geçecek. İnsanlar, e-ödev, e-danışma, e-fetva’ya alışmışken bunların olması olağandışı gelmeyecek.

Egemenlerin hem hizmetlerini görecek- işçi, memur köle, cariye gibi- hem de onlar adına savaşacak insanlarla alt tabaka ilişkisi geçmişte bir zorunluluktu. Wendy Brown, "bu zorunlu ilişkinin sonuna geldik; zenginlerin, çalıştırmak ya da savaştırmak için fakirlere ihtiyacı yok. Artık onların yapay zekâlı robotları var" demesi boşluğa söylenmiş bir cümle gibi görünmüyor. Zira devletler yurttaşlarının ihtiyacını gidermek gibi bir sorumluluğu taşırken, şirket devletlerin böyle bir sorumluluğu yok.

Üstüne üstlük 21. Yüzyılda insanlar modernleşme tuzağına yakalandılar ve devasa şehirlere kitleler halinde yığıldılar. İşsiz kaldıklarında şehirlerde hayvan bakma, kendi gıdalarını yetiştirme imkânları yok, dönecek bir köyleri de yok. Kırsal arazilerin, devletlerin iş birliği ile büyük şirketlere devredilme sürecinde -kredi, ipotek, haciz üçgeni ile- geri dönüşümsüz yola gireli çok oldu. Örneğin 2017 TUIK verilerine göre Türkiye’nin sadece %7,5'u köylerde yaşıyor. Bunun da %3,8’i üretici değil, kırsalı sayfiye olarak kullanıyor.) Ancak fakirlerin dönecek bir köyleri olsa da dönemeyecekler. Çünkü kırsal da yaşayabilme yetisini kaybetmiş, rahata ve konfora alışmış haldeler.

Modern şehir insanı, bir fobiler manzumesiyle kuşatılmış durumda: açık yer, kapalı yer, derinlik, yükseklik, uçuş ve de bizzat insan vs. korkularını anlatan agorafobi, klostrofobi, batofobi, aviofobi, antropofobi “coronavirus fobi”...

Büyük şehrin psikolojik hastalığı olarak panik atak, nezle kadar yaygınlaşmış durumda. Freud’un “bütün insanlık benim müşterimdir” ifadesi bu durumda boşa sallanmış bir söz olmaktan çıktı.

Ne yaman çelişkidir ki sözde iletişim çağında insanların yabancılaşma ve yalnızlaşması, dijital çağla zirveye çıkacak. Bilişim çağı, hakiki bilgilenme ve iletişim imkânlarını yok ederek insanları daha çok yalnızlığa ve de en önemlisi cahilliğe sevk etti, ediyor. Sanal alemde fotolara daha çok beğeni ve yorum bunun en büyük kanıtı. Sanal dünyada internet toplulukları oluşturma yanında reel dünyada, büyük şehirlerde gettolaşma ve hemşerilik-temelli dernekleşme, nasıl bir sürece evrilecek belirsiz. Ancak bu STK adlı hareketlerin radikalleşme trendine girmesi gibi bir tehlikeyi de içinde barındırıyor.

Kapitalist dünya, bu sürece “Yaratıcı Yıkım” diyor. “Kazanan Hepsini Alır” üzerine bir kurgu var.

Hâsılı Büyük Selçuklunun eğitim dâhisi Nizamülmülk, Osmanlı’nın Davüdül Kayseri’si gibi radikal kararlar alabilen göstergebilimcilere (gelecek kestrimcisi) ihtiyaç var. “GELECEK FELSEFESİ” üst başlığıyla “İnternet ve Medya Felsefesi”, “Biyotıp Felsefesi”, “Şehir Felsefesi”, “İnsan ve Hukuk Felsefesi”, “Görsel Sanat ve Sinema Felsefesi”, “Dijital Dönem Felsefesi” “Dil- Anlatım ve Edebiyat Felsefesi” “Teoloji ve İslam” gibi yeni tanımlı alanlar üzerinden konuşmadan kriz sosyolojisinden kurtulmamız mümkün görünmüyor.

Muhterem Cumhurbaşkanım;

Son olarak halihazırda genç eğitmenlerin KPSS ve mülakat garabetinden acilen çıkarılıp eğitim ordusuna dâhili, enerji ve mücadele azmimizi güçlendirecektir.

Saygılarımla

 

Haberle ilgili yorum yapmak için tıklayın.

Yorumlar

Kime üzülek bize de yazuk

Yazının ana fikri; köşeler tutulmuş bize bile geçit yok diyosun...

NE ÖNEMİ VARKİİİ

Umarım sayın cumhurbaşkanımız bu konuda söylediklerini yapabilir yüce rabbim hayırlı sağlıklı ömür versin ben sayın cumhurbaşkanımıza güveniyorum.
x

WhatsApp İhbar Hattı

+90 (553) 313 94 23