Örnek Müslüman olamaz mıyız?
Örnek Müslüman olamaz mıyız?
YAŞAR DEĞİRMENCİ
Son zamanlarda dinî kimliği öne çıkan insanların bazı halleri, bunu malzeme yapmaya alışmış ‘mal bulmuş mağribi’ gibi hareket edenleri çok sevindirmiş, dindarları ise son derece üzmüştür. Bu ve benzerî olayları farklı cephelerden değerlendirip ‘nefs muhasebesi’ yapmamız icab eder. ‘Şuyuu vukuundan beter’ durumlar genelde ahlakî zâfiyetlerden kaynaklanıyor. Hatta bazen meşrû olan bir husus dahi sorgulanır, yargılanır hale gelebiliyor.
Hemen ‘Zaten malzeme arıyorla’a sığınamayız. Burada sorulması gereken soru; hata mı yapıyoruz, hatalarımızdan, yanlışlarımızdan dolayı malzeme mi veriyoruz, malzeme mi arıyorlar. Dün yokluk içinde yapmadığımız hataları bugün varlık içinde yapıyoruz, neden? Bu bir gaflet sarhoşluğu değilse nedir? Bir yoklayalım kendimizi.
Buharî hadisinde hırs ile kazanmanın meymenetsizlik getireceğine işaret olunur. Hırs, bir nefsanî tutkudur. Daha da çok kazanmak, daha rahat, daha konforlu, daha lüks yaşamak, nefsini ve ailesini daha zengin, daha ferah, daha gösterişli imkânlara kavuşturmak için hırsla uğraşıp durmak; hoş bir hal değildir. (Tekasür sûresi mealiyle düşünerek okunmalıdır.)
Dünya nimeti iyidir, manevi zenginlik içinde yaşamanın da dünya nimeti ihtiyaçlarıyla ilgili yönleri vardır. Bunların hepsi tamam; ama sınırların ve ölçülerin aşıldığı çok yerler var.
Bu dünya, bin bir çeşit mahrumiyet ve dert içinde yaşayan insanlarla dolu.
Örnek aldığımız Peygamberimizin hayatı, onun izinden gidenlerin yaşayışı, yapılan fedakârlıkları, verilen maddi-manevi imtihanları, hizmetleri, Dâvâları için nelere katlanıp nelerden vazgeçtikleri vs. Bütün bunlar mevıza kitaplarında veya zihnimizin bir köşesinde mi kalacak? Kur’an-ı Kerim’deki ayeti kerimeler bizi Resulüllah’a uymaya, onu örnek almaya, onun verdiği hükmü itiraz etmeden gönülden kabullenmeye çağırır. Din vahye dayanan zaman ve mekân üstü bir hayat nizamı olduğuna göre her hal ve şartta ona uyup kendimize bir çekidüzen vermemiz, “Sünneti çağa taşımamız” gerekmez mi? ‘Nasıl bir Müslümanız?’ sorusuna da cevabımız olmalı.
Dindarlar sadece çok evlilikleriyle, yaşadıkları lüks hayatlarıyla, kısa zamanda ve genç yaşta elde ettikleri servetleriyle, çocuklarının muhafazakâr aile yapılarına uymayan hal ve hareketleriyle mi hatırlanacaklar? Karşı tarafın peşin hükmü, bazı şeyleri büyütmesi vs. olabilirse de hırsızın hiç mi kabahati yok! Yaptıklarına âlet ettikleri mukaddes değerlere bir baksınlar. Ne olur kavramlara âşinalık kesbetsek, olayları, mefhumları kafamıza göre yorumlamasak! ‘Örnek Olma’nın önemini kavrasak! Bizim yüzümüzden sun’î gündemler oluşmasa.
Dindar muhafazakâr olarak bilinenlerin yaşayışlarındaki lüks, israf, konfor ve sade hayattan uzak hayatları, kötü örnek oluşları sebebiyle insanların dinden uzaklaşmalarına sebebiyet verilmemeliydi. Biz her halükârda dinimizi en iyi temsil etmenin, mukaddeslerimizden mahrum olanlara usul hatası yapmadan en güzel şekilde mesajlarımızı verebilmenin hassasiyeti içinde olsak. Dinimizi sadece ibadetlerden ibaret bir din olarak görmeyip onun ahlâk-muâmelat boyutları olduğunu da hatırımızdan çıkarmasak. Düştüğümüz ‘dünyevîleşme’ hastalığına çare arasak.
İbadetin ruhunu, o ruhun bize kazandırdığı nezaheti, şefkati, hikmeti, merhameti sosyal hayatımıza hâkim kılmak mecburiyetindeyiz. İbadetin ruhu bütün hayatı bir ibadet haline getirme mefkuresine sımsıkı bağlıdır. Her Müslüman ‘gönül adamı’dır. İbadetin verdiği şuur, bizi diri tutar. Etrafa ışık saçar, bulunduğu topluma bir güzellik katar. Başı dara düşenin arandığı adamdır Müslüman! İnsanımızın üzüntüsünü, sıkıntısını, sevincini paylaştığı adamdır. Derdi, sancısı, sızısı olan adam. ‘Adam gibi adam’dır Müslüman!
Mü’min mes’ul demektir. Akaidimiz doğru olmalı ve yaşanmalı. Fikren yaşanmalı, kalben yaşanmalı, doğuşuna ve gayesine, uygun olarak itidal, istikamet ve tekâmül ölçülerine uygun olarak yaşanmalı. İslam, ölçü, denge ve itidal dinidir. Dindarlıkta bile ifrata kaçmayı yasaklayan bir dindir İslam. Daima; öz›e, asl’a, ruh’a, hikmet’e önem verir; biçimleri ve ayrıntıları, onlara tabi olmak derecesiyle değerlendirir. Hayatın bütünü için geçerli olan bu temel kaide; her merhalesi, her şeridi, her izi, her noktası için geçerlidir.
Bu hayat sana emanet, bu hayatta senin sorumluluğuna taalluk eden kişiler sana emanet, vazife sana emanet, dava sana emanet.
Müslümanların vazifesi; Allah Resulü’nün örnekliğinde bir kul olmayı amaç edinmiş, kötülüğü engellemek, iyilik ve güzellikleri yaymak, yaşamak ve yaşatmak için ellerinden geleni yapmak, canla başla çalışmaktır. Müslümanların inanç, ibadet ve ahlâk esaslarını, dünya görüşlerini, hayat tarzlarını ve değer yargılarını belirleme noktasında Kur’ân-ı Kerim’den sonra dinin ikinci temel kaynağı olan Sünnet, Müslümanların varlık, bilgi ve değer tasavvuruna esas teşkil etmektedir. Bu esasa uyulmamaya nasıl sessiz kalabiliriz? Kur’ân-Sünnet bütünlüğü, göz ardı edilemez. Gereksiz ve faydasız tartışmalarla zihinleri meşgul ederek, ‘her hal ve şartta yaşanan dinimiz, ‘tartışılan bir din’ haline getirilemez! Yetişme ve hayat tarzları ‘din’ haline getirilip ölçü ve denge kaybedilemez.
Bilginin yanında heyecan, aşk, şevk ve sabır da gerekli. Bunu da insan tek başına gerçekleştiremiyor. Bu sebeple dürüst insanlarla beraber olmak gerekiyor. Bu işler ancak birlikteliklerle olabilir. Onun için Allah “ey müminler, Allah’a karşı saygılı olun ve sadık/dürüst insanlarla beraber bulunun” buyurur. Önce müminin kendine düşeni yapması, takvalı olması, sonra da dürüst insanlarla iş birliği yapması. Başka çıkar yol yok.