Neden dikiş tutmuyor, biliyor musunuz?..
Neden dikiş tutmuyor, biliyor musunuz?..
MUHAMMET SEYFULLAH MADEN
Allah’ın adıyla...
*
İmam-ı Azam’a (رحمه الله) bir kadın gelir. Yanında çocuğu vardır. Der ki, “Ey Numan! Bu çocuk sadece bal yiyor. Zararlı diye korkuyorum. Ne olur ona söyle, başka şeyler de yesin.”
İmam bir süre sessiz kalır ve sadece, “Kırk gün sonra gelin,” der. Kadın şaşırır ama razı olur.
Kırk gün sonra tekrar gelir. İmam, çocuğa döner, saçını okşar ve der ki; “Evladım, balı biraz azalt, zararı olabilir.”
Kadın teşekkür eder ama sormadan duramaz: “Bunu neden o gün demedin ey Numan?”
İmamın cevabı nettir: “O zaman ben de bal yiyordum. Yapmadığım şeyi nasıl tavsiye ederim?”
*
Türkiye’de şeriat yok. İslam hukuku uygulanmıyor. Ama “şeriat” edebiyatı yapan, gerçeklerden kopuk, İslami hassasiyete kesinlikle sahip olmayan bir kitle var.
Samimiyetle hareket eden, gerçekten Allah’ın rızasını güderek iş yapan, örnek bir Müslüman olmanın peşine düşmüş, dert ve dava sahibi olan patronları, yayıncıları, hocaları, emekçileri gölgede bırakacak, ikiyüzlü, muzır bir kitle…
Dilleri İslam, kalemleri “Allah için,” lakin sözleşmeleri sadece “daha çok para”ya endeksli.
Mesela bizzat şahit olduğum üç meseleyi aktarayım:
Bir yazar, deli gibi çalışıp fevkalade bir kitap çıkarır. Güzel bir yayınevi ile anlaşır. Kitap basılır. Çok satar. Allah bereket versin... Sözde İslamcı bir yayınevi ışık hızıyla, o çok satan kitabın birebir aynı ismiyle bir kitap yayınlar. İçeriğinin hiçbir önemi yok. Sadece kitabın isminin sonuna bir soru eki koyar, hukuki sorumluluktan yırtar... Çok satan kitabın popülerliğinden faydalanacak aklı sıra... Faydalanır da... o da iyi satar. Hukuki olarak yapacak bir şey yok... peki vicdani olarak?
Bir başka mesele...
Kul hakkı yememek için kılı kırk yaran bir yayınevi, benzeri olmayan bir Arapça – Türkçe Sözlük basmak için teknik doneleri belirledi ve kitabın çatısını kurdu. Mühim kelimeleri derleyip, verilen teknik detaylara göre sözlüğü hazırlayacak bir “adam” ile anlaştı. Adam sözlüğü tamamladı. Çalıştığı süre boyunca da bu yayınevinden her ay ödeme aldı. Ama gidip kendisine tüm teknik imkanları sağlayan ve sözlüğün ince detaylarına kadar ayarlamaları yapan yayınevine değil, başka bir yayınevine sattı kitabın tüm haklarını. Çünkü daha fazla para kopardı diğer yayınevinden. Gözünü bile kırpmadı.
Şimdi tüm medreseler bu sözlüğü öneriyor talebelere.
Üçüncü olay...
Yine aynı şekilde, sahabe hakkında en kapsamlı kaynak kitabın çevirisini yaptırdı bir yayınevi. Daha Türkiye’de yokken, emek verdiler, getirttiler kitabı, mütercime birçok destek, imkanlar sundular. O da sözleşmesindeki paranın tamamını, aylık ödemeler şeklinde eksiksiz aldı. Fakat çevirmen, “fırsatı” görünce başka bir yayınevine gitti. Dosyayı da çaldı, emekleri de...
Daha nice saçmalık… Onlarca sayfa örnek verebilirim. Sizi temin ederim, tüyleriniz diken diken olur.
Peki... Kim korudu bu emek hırsızlarını? Veya şöyle sorayım, bu “sözde İslamcı” abiler kime sığındı?
Seküler hukuka.
Çünkü “kim, neyi, nasıl hazırladı” demiyor; kimin adına tescillendi, ona bakıyor mevcut hukuk düzeni.
Oysa eğer İslam hukukuyla yaşasaydık… Bu kişiler değil, hak sahipleri korunurdu. Çünkü bir kitap sadece kazanç olarak, bir meta olarak görülmezdi. Bir emanet olarak, Allah’ın rızasını kazanmak adına bir araç olarak görünürdü.
Çünkü Allah celle ve âlâ hazretleri buyurdu ki; “Birbirinizin mallarını batıl yollarla yemeyin.” (Bakara 188)
Ve Nebî aleyhisselam, “Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz.” diyerek belirledi uymamız gereken çizgiyi. (Buhârî, Mezâlim, 3)
Bugün ise…
Müslüman, Müslüman’ı arkasından vuruyor. Anlaşmalar değil, “aç gözlülük” belirliyor sonucu. Kul hakkı, “ticaretin doğası” sayılıyor. Bazıları “bana olan her şey helal, başkasına olan haram…” zihniyetiyle hareket ediyor.
İlmi yayıncılık yapanlar arasında, İslamcılık vakarını taşımayan bazıları, sistemin açıklarını kullanır oldu. İman ticarete alet edildi.
Helal etiketine haram zihniyet yapıştırıldı.
Bugün “İslamcı” olduğunu iddia eden birçok kuruluş, seküler sistemin sunduğu tüm boşluklardan en kurnazca faydalanıyor.
Bilmedikleri şu: Mahkemeden kaçarsın, kamuoyunu kandırırsın…Ama Allah’tan kaçamazsın.
Müslüman kuruluş demek, emeğe sadakat demektir. Hak edene hakkını vermek, kimsenin hakkını yememek için canını dişine takmak demektir.
İşte biz bu yazıyı, sadece yayıncıların başlarına gelenleri değil, ümmetin içindeki büyük bir bozulmayı duyurmak için yazıyoruz. Zira bu olaylar yaşanalı yıllar oldu… Yeni olaylar değil. Ama şimdi gündeme getiriyoruz. Çünkü “bizim mahallede” neden dikiş tutmadığını çok net anlatıyor bu tür vakalar…
İslamcılık bir etiket değil, bir emanettir. O emaneti omuzlayanlar vardır. Metin Yüksel’in vakur duruşu, Akif Emre’nin ahlaklı entelektüelliği… Hasan el-Bennâ, Seyyid Kutub, Aliya... Yüzleri farklıydı ama taşıdıkları ruh aynıydı. Muzaffer Ozak’ın meşk kültürü, Mahmud Ustaosmanoğlu’nun ilim hassasiyeti… Daha niceleri… Nurettin Topçu’nun eğitim ve ahlak davası, Cemil Meriç’in aydın geçinen cühelayı yerin dibine sokan muazzam tespitleri…
Bugün o ruhu taşıyan İhsan Şenocak gibi mümtaz hocalar, yine yukarıda eleştirdiğim sözde İslamcılar tarafından yıpratılmaya çalışılıyor. Kişisel çıkarları uyuşmadığı için Şenocak’ı ehli sünnetten kovduğunu zannedenlerle, bizim için numune-i imtisal olan dava erlerini aynı kefeye mi koyacağız?
Batıl yapısı gereği hiçbir iddiası olmayan seküler kemalist zihniyetin karşısında bile kültürel bir duruş sergileyemememizin sebebi bu tür çürüklükler değil midir?..
İslam’ın bir nizam olarak topyekûn uygulanmadığı bu topraklarda, bu sistemin ürettiği boşlukları en çok sömürenlerin, “sözde İslamcılar” olması acı bir çelişki değil midir?..
İşte bu yüzden dikiş tutmuyor…
Ahlaksızlar ahlak aşılamaya kalkarsa, bu toplum ahlaktan nasibini alır mı?
Allah bizleri kul hakkına dikkat eden, ahlakı sadece anlatan değil yaşayanlardan, hülasa İslam’ı bir bütün olarak yaşayanlardan eylesin.
Ve minellâhi’t-Tevfîk.