Tam da bu nedenle, son zamanlarda kamuoyunda yaşanan tartışmalara bakıldığında sürekli aynı sorunun zikredildiği görülmektedir. Türkiye, savunma harcamasında önceliği saldırı mı yoksa savunma sistemine mi vermelidir? Bu soruya iki açıdan yaklaşabiliriz. Öncelikle, ister beşinci isterse altıncı nesil olsun, savaş uçaklarıyla, hava üstünlüğünü elde etmek ve gerekli stratejik caydırıcılığı yaratmak mümkün değildir. Bunun en bariz ve somut örnekleri, Rusya-Ukrayna Savaşı ile İsrail-İran arasında cereyan eden 12 Gün Savaşı'dır. Günümüz muharebe sahasında karada, havada, denizde ve sualtında taktik, operatif ve stratejik seviyede çok farklı yeteneği haiz olan insansız platformların tercih edilmesi devletler için adeta bir kabus olmuştur. Dahası bu kabus; satürasyon atakları, görünmezlik teknolojisi, sürü saldırıları, yapay zeka, otonom, robotik, süpersonik ve hipersonik teknoloji ve yönlendirilmiş enerji silahlarıyla giderek daha komplike bir hale gelmektedir. Öyle ki, günümüzde KİS taşıyan bir balistik füze tehdidi bir yana, çok sayıda, koordineli ve eş zamanlı düzenlenen FPV saldırıları dahi ciddi bir güvenlik kırılması yaratarak savaşın seyrinin değişmesine yol açmıştır. Tehdit kütüphanesindeki bu çeşitlilik, Çelik Kubbe’den arzulanan performans için (hava savunma sistemleri için en önemli zafiyetin satıha yakın gelen güdümlü mermileri görememeleri düşünüldüğünde) en az orta ve yüksek irtifa kadar çok iyi alçak irtifa hava radarlarının geliştirilmesinin zaruri olduğunu gösterir.