• İSTANBUL
  • İMSAK
    00:00
    GÜNEŞ
    00:00
    ÖĞLE
    00:00
    İKİNDİ
    00:00
    AKŞAM
    00:00
    YATSI
    00:00
  • 0.0
  • 0.0
  • 0.0

(Darbede) meydanlar ve halk nöbetleri: Toplu vurdukça yürek, onu top sindiremez!

Yeniakit Publisher
2016-08-23 22:10:00 -
(Darbede) meydanlar ve halk nöbetleri: Toplu vurdukça yürek, onu top sindiremez!

Diyanet İşleri Başkanlığı Eğitim Uzmanı Doç.Dr. Zekiye Demir, 15 Temmuz kanlı darbe girişimi ve sonrasında yaşananları kaleme aldığı makalesinde çarpıcı ayrıntılara yer verdi. İşte o yazı...

(DARBEDE) MEYDANLAR VE HALK NÖBETLERİ:

Toplu Vurdukça Yürek, Onu Top Sindiremez!

15 Temmuz gecesi Ebabil Kuşları cesaret olarak indi meydanlara, cesaret oldu ruh oldu girdi Ankara’da, İstanbul’da dahası Türkiye’nin her bir meydanına koşan, her bir insan bedenine. O gece çocuklar, gençler, yaşlılar, kadınlar evlerinden çıkıp meydanlara, kilit noktalara koşan her bir fert farklıydı. O günkü yürek, o günkü bakış, o günkü duruş farklıydı. Ne biyolojimiz ne psikolojimiz aynıydı bir önceki günle. Ne üşüdük, ne susayıp acıktık, ne evimizi eşyamızı düşündük, ne de canımızı. Farklıydı o gün, çok farklıydı. Ancak yaşayan ve yaşayanların ruhunu okuyabilenlerin anlayabileceği bir farklılık yaşandı.

Tanık bu gözler, ilk günden son güne kadar meydanların ruhuna, haline, haykırışına, mesajına tanık.

İlk gece. 15 Temmuz 2016. İkinci Kurtuluş Savaşı, bir nevi Çanakkale savaşı. Darbeye, parçalanıp yutulmaya, işgal edilmeye direnilip, kurtuluş mücadelesinin verildiği gece. İşte o gün kızlarımla eve 20:30 civarı gelmiştik. Üzerimizi değiştirme, akşam namazı kılma derken saat 21.30 olmuştu. Daha ben televizyonu açıp ne var ne yok demeden, kızım koştu “anne darbe olmuş, jetler onun için uçuyormuş” diye. Hiç ihtimal vermedim. “Kızım o jet sesleri 30 Ağustos Zafer Bayramı hazırlıkları olabilir” dedim. Gerçi biraz erken, üstelik gece gece deneme uçuşu mu olur, diye de düşündüm. Hiç konduramadım ülkeme darbe yapılabileceğine, zira hiçbir sebep yoktu. Ne birbirine giren kutuplaşmış öğrenciler, ne toplumsal cinnet hali, ne numaradan hortlatılmış irtica, ne bozuk bir ekonomi ne, ne, ne…. Neden yapılsın ki darbe? “Kızım seni arkadaşların kekliyor olmasın” derken açtım televizyonu. Aman Allah’ım, ortalık toz duman. Hala olamaz diyorum. Köprü sabotaj ihtimaline karşı kapatılmış olabilir, askerler PKK veya DAİŞ ile ilgili bir ihbar aldığından ortalığa dökülmüş olabilir? Niye yapılsın ki darbe? Az bir zaman sonra olayın rengi ortaya çıkmaya başladı. Bu, soysuz, köksüz, yüzsüz, dinli gözüken dinsiz, oldum olası beni rahatsız eden yerli yersiz ağlama inleme arası konuşmalar yapanın silik ve kişiliksiz taifesinin “kalkışması”. İşte o zaman gerçek dank etti. Emellerine ulaşmak için her yolu mubah gören, ülkemizin, milletimizin evlatlarını elinden alan, zekât-sadaka-kurbanını çalan, sınav soruları çalarak, haksız terfiler yaptırarak taraftarlarına ikbal, kendilerine köle hazırlayan bunlar değil miydi? Bunlardı. Yine, yüzyıllardır kedini çaresiz ve umutsuz hisseden insanlara moral olan mehdi-mesih inancından başlayıp her şeyi istismar eden, peygamberle önce rüyasında, sonra gerçek hayatta konuştuğunu sonra onu aşıp Allah ile konuştuğunu iddia eden, “ötekilere” şirin görünme adına, onlara hizmet etmek için ‘kelime-i şehadet’ten Hz. Muhammet’i (sav) çıkaran bir meczubun arkasından giden, son tahlilde bilerek veya bilmeyerek dini Mübin-i İslam’ı ifsat eden bunlar değil miydi? Bunlardı. Her türlü şaibe ve karanlık ilişki içinde bulunan bu grup ne yapmazdı ki! Dünya çapında kullanılan ama hangi güç odaklarının kullandığı meçhul bir gruptu bunlar ve sığındıkları meşruiyet anlayışı düşünüldüğünde yapamayacakları şey de yoktu. Bunlar ülkeyi de böler, parçalar, satar diye düşünürdüm hep. Evet, en nihayet bu millete, bu vatana hainlik yapmışlar, ülkeyi satmaya ve kısmen bilinen birileri adına ülkenin postmodern işgaline kalkışmışlardı.
ÖNE ÇIKAN VİDEO

O gece tehlike çok büyüktü. Zira düşmanın bin bir yüzü vardı. Mert düşmana, açıktan düşmanlık edene, Filistin’de İsrail’in, Bosna’da Sırpların, İzmir’in işgalinde, Kurtuluş, Kıbrıs savaşlarında Rumların ve daha nice açık açık düşmanlık etmişlerin dedelerine neredeyse rahmet okuttu bu yerli hainler. Hiç bilemedik, belki de konduramadık Müslümanım diyene böyle bir hainliği. Bunların kimi üniversitede hoca, kimi orduda asker veya emniyette polis, kimi yargıda hakim, kimi okulda öğretmen, kimi yanı başımızda her gün yüzümüze gülen bir komşu, kimi bizden yardım isteyen bir arkadaş, kimi kimi kimi…. Bilemedik bunca yakınımızdaki, her tarafımızdaki azılı düşmanları, belki de kendileri bile bilemediler yetiştikleri topraklara, o toprağın insanlarına bu kadar düşman haline getirildiklerini. Onları o gece dış düşmandan daha düşman, hainliği ile övünenden daha hain bulduk. Düşmanını bilen ona göre gardını alır, bunlar öyle suretsizlerdi ki, girdikleri şer kabının şeklini almışlardı, her şekil alışta aynı hain yere hizmet ederek. Dedim ya düşmanın bile merdi gerek, bunlar her rollerini alçakça oynadılar. İşte bu yüzden tehlike büyüktü.

O gece daha iyi anladık Suriye’yi, Filistin’i, Irak’ı, vatansız kalabilme ihtimalinin dayanılmaz ağırlığını, acısını. O gece anladık birçoğumuz Avrupa’nın, Amerika’nın, İsrail’in cilalanmış kelimelerle vatansız bıraktığı insanların durumunu. O gece anladık tarihi, sicili katliam yaparak, iç savaş çıkararak mazlum ülkelerin kaynaklarını sömürmekle dolu olanların hala işbaşında olduğunu. Alışmış kudurmuştan beterdir ya, onların da hala eski alışkanlıkları ile ayakta durma çabalarını. Bu çabaları, tuzakları birçok ülkede, toplumda işe yaramıştı. Hem de ellerini sözüm ona kirletmeden, yerli müttefiklerini kullanarak. Hatta bir taşla onlarca kuş vurarak. Silah sattılar, iç karışıklık çıkardılar, kendilerine düşman gördükleri bir uygarlığın mensuplarını birbirlerine kırdırdılar, algı yöneterek bu düşmanlığa yeni gerekçeler ürettiler, kendilerinden izin alınmadan düzen kurulamayacağını hissettirdiler, aldılar-sattılar, ama kazandılar. Alışmışlardı gözlerine kestirdiklerini bu tuzağa düşürmeye. O gece bin şükür, yüz bin şükür düşmedik biz bu tuzağa.

Aradan geçen her gün daha iyi anlıyoruz ki, 15 Temmuzda sadece bir askeri darbe önlenmedi, dünyada eşi benzeri görülmemiş bir modern istila hareketi, heyecanla sonuç almayı bekleyen planlayıcı ve destecilerinin hayal kırıklığı ıtuı hayretle izledikleri efsane bir direnişle akamete uğratıldı. Bir ülke düşünün, kırk yıllık bir planla istihbaratı, polisi, yargısı, eğitim kurumları, bürokrasisi, ordusu, iş dünyası velhasıl tüm modern kurumları; beyni köreltilmiş, vicdanı dondurulmuş, iradesi teslim alınmış, “tedbir” adı altında bin bir farklı kılığa büründürülmüş yerli görünümlü “maket insanlarla” sinsice ele geçirilmesine ramak kalmış. 15 Temmuz hain kalkışması, çok şükür, bu sinsi istilanın içyüzünü hiç kimsenin örtemeyeceği biçimde ifşa etmiştir. Kimin kiminle ne işler çevirdiği bütün çıplaklığı ile açığa çıkmış, maalesef medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar, 15 Temmuzla birlikte silüetten surete dönüşmüştür. Karanlıkta alkışa hazır ellerin, aniden ışık yanınca ortaya çıkması gibi, yerli darbecilerin yabancı destekçileri de beklenmedik püskürtmeyle açığa düşmüş, ertesi gün yapacakları konuşma metinlerini değiştirmek zorunda kalmış, ses tonları ve hayretli bakışlarıyla hiç beklemedikleri bir durumla karşılaştıklarını saklayamamışlardı. Hani halk iradesi, hani demokrasi, hani barış, hani terör karşıtlığı… Hepsinin edebi niteliği yüksek ama sonuçta hikayelerden bir hikaye olduğu görüldü.

Eğer askeri darbe girişimi başarılı olsaydı, bu geçmişte olduğu gibi ülkede yöneticilerin değişimi ile sınırlı bir darbe değil, ülkenin postmodern kalıcı işgalinin başlangıcı olacaktı. Yıllarca eğitim gönüllüleri adı altında sinsice yetiştirilmiş yerli işbirlikçileri ile devlet kurumlarına illegal biçimde nüfuz eden ve askeri darbe ile de güç kazanacak böyle bir işgal, muhatap ülkeleri kalıcı biçimde ele geçirmeye dönük yeni bir modern kolonileştirme modeli olacaktı. Bu yerli sosu sürülmüş işgal girişiminin ülkenin geleceğini heba edeceğini fark eden milletin sağduyusu o gece can havli ile meydanlara taşmış, kuzu postundaki kurtların modern işgal girişimleri, çok şükür, önlenmiştir. Bu başarı her türlü övgünün üstündedir ve tüm insanlığa işgale karşı yeni bir direnme ve kendinin olana sahip çıkma yöntemi sunmuştur.

O gece eşim ve oğlum dışardaydı. Kızlarımla işin rengini anladığımızda oğlum da eve ulaşmıştı. Dördümüz de aynı düşüncedeydik; sokağa… sokağa çıkmalıydık. Ne yapacağımızı tam kestiremesek de evde duramaz, olaylara seyirci kalamazdık. Ne ben tanıdığım ben, ne kızlarım tanıdığım kızlarım, ne de oğlum tanıdığım oğlumdu o gece. Hepimizin bakışı, duruşu, hissiyatı değişmişti. O gün birçok kişiye olduğu gibi farklı bir ruh üflenmişti ruhumuza. Ben ki, itiraf edeyim; karanlıktan korkan, eşi, babası, ağabeyi olmadığında ağaçların hışırtısına ve tıkırtısına ve bilumum duyduğu gece seslerine bir hırsız, arsız hüviyeti kazandıran, sabahlara kadar uyuyamayan biriydim. Kızlarım odalarındaki sinekten böcekten korkan, nazlı-çıtkırıldım, oğlumsa canı tatlı birisiydi. Ama o gece sokaklara dökülen yüzler, binler gibi bize de korkusuzluk, direnç, direnme, gözü karalık üflenmişti. Biz sokağa nereye çıkalım derken Cumhurbaşkanın çağrısını duyduk; havaalanları, meydanlar, kışlalar.

O gece bir şey daha oldu, daha önce olmayan. Bütün camilerden salalar okundu. Sala sesini duyduğumda, “bu vakitsiz sala da neyin nesi” diye düşündüm. Zira benim bildiğim bir Cuma salası vardı, bir de cenaze. Cuma salasının zamanı belliydi, namazdan yaklaşık bir saat önce ve “haydi toplanın Müminler, haftada bir de olsa camilerde toplanın” demekti. Cenaze namazına gelince o da toplanmayı ifade ederdi, yani eşe dosta bir nevi “acımız var gelin, paylaşın acımız hafiflesin, dostsanız yanımızda olun” demekti. Annem her sala okunuşunda “gelsin ezanlar, salalar, gitsin kazalar, belalar” derdi. Demek ki sala okunuyorsa defedilmesi gereken bir kaza veya bela vardı. Bu zamana kadar hiç gecenin bu vaktinde duymamıştım sala sesini. O geceki sala bana hem annemin sözünü, hem de o zamana kadar cenazelerle kaybettiklerimizi hatırlattı. Annemi hatırlattı; def edilmesi gereken kaza bela vardı; cenazeyi hatırlattı, toplanılıp hal çaresi aranması gereken büyük bir acı vardı. İçim ta içim, ciğerim sızladı o salalarla. Bir taraftan Cumhurbaşkanının çağrısı öbür taraftan salalar, artık kim evde tutabilirdi bizi.

O gece, o benim canı tatlı oğlum “anne babamın silahını ver, o şerefsizler halka ateş açarken seyredemem, halka ateş açanı ben de vururum. Babam boşuna mı öğretti bize yaylalarda ateş etmeyi” diyor ve ekliyordu; “Çabuk çıkalım anne bu hainlerin hâkim olduğu bir yerde yaşamaktansa toprak altında yatarız”. Şükrettim Allah’ıma, bizim muhallebi dediğimiz çocuklar hiç de düşündüğümüz gibi değilmiş. Bu arada babamıza da ulaşabildik, silah almadan çıkın deyince, o gece binler gibi çıplak elle çıktık biz de. Çıkarken çocuklara “Yavrularım iki şey alın; bir abdest; ölürsek abdestli ölelim, iki kimliğinizi; yaralanır ya da ölürsek kimlik tespiti sorunu olmasın” dedim. Dördümüz de aynı şeyi yaptık ve çıktık yola. Telefonlaştığımız ve iki oğlu ve bir komşusu ile yolda buluştuğumuz bir arkadaş “nereye” dedi, ben de “Külliye’ye” dedim. Cumhurbaşkanın orada olmadığını biliyorduk ama oranın sembolik öneminin olduğunu da. Biz Yenimahalle tarafından girdik Külliyeye, şükür bin şükür bizler gibi yüzlerce kişi akmıştı oraya.

O gece Ankara’da sokağa çıkanlar ya havaalanında, ya TRT binasında, ya Emniyette Genel Müdürlüğü, Mit Müsteşarlığı ve Genel Kurmay binasında ya da kendilerince olmaları gerektiğini düşündükleri başka bir yerde aldığı soluğu. İstanbul’da ayaktaydı hem de kaç noktada. Daha sonra diğer şehirlerdekiler de akın etti meydanlarına.

O gece meydanlara, kilit noktalara akın edenler için tek bir kimlik vardı. Kimliği ayakta tutan da korkusuzluktu. Korkusuzluğu yaratan ise bizzat korkuydu: vatansız kalma korkusu. Karşılarındaki F16 savaş uçaklarına, savaş helikopterlerine, tanka, tüfeğe kısaca tüm modern savaş alet ve edevatına çıplak elle, çelik bilekle, mangal gibi korkusuz ve iman dolu yürekle karşı koydular. Tankların üzerine branda kapattılar, egzoz borularına gömlek, tişört, atlet ve ne buldularsa tıkadılar. Tankın tekerlerine battaniye, çarşaf doladılar. Ne kahramanlıklar yaptılar. Daha neler neler yapmak istediler; balkondan jetleri tutmak, atlayıp helikopterin ayağından tutup indirmek, Genelkurmay Başkanını kurtarmak, darbeci hainleri esir almak. Hiç akıllardan çıkmayacak “Şakir abi gel paşayı kurtaralım, gel komutanı esir alalım”, diyen takım taraftarları. Düşünün belki sokakta pabucu yırtık dolaşan bir insan Genelkurmay Başkanını kurtarma, darbe girişiminde bulunanları esir alma gücünü hissediyor, görevini yükleniyordu kendine. Unutulur mu Kazan’lı çiftçinin, araba lastiklerini yetmediği yerde tarladaki samanını, yakması helikopterlerin görüş alanını kapamak için. Külliye’ye yatak pijaması ile koşan 60 yaşlarındaki amca, elinde kocaman bir sopa sopanın ucunda da kocaman bir çivi. Amca ne yapacaksın bunu diye soran arkadaşımıza, “tankların tekerini patlatacağım” diye cevap vermişti o gece. O gece tahtaların ucundaki paslı çivilerle tankları durduracak bir irade ortaya çıkmıştı. O gece, bu vatanseverlerin her birinin bu ülkede bir değil bin ‘oy’unun, bir değil bin söz hakkının olduğunun ispatıydı. Bunlardı bu vatanın zor zamanlarda ortaya çıkan gerçek sahipleri.

O gece bu ülkenin askeri, polisi, kadını erkeği, çocuğu yaşlısı ayırt edilmeden şehit edildi. Külliye, Emniyet Genel Müdürlüğü, Türksat, Millet Cami ateş altına alındı ve tarihinde ilk kez Türkiye Büyük Millet Meclisi bombalandı. Helikopterler sokaklara, meyanlara ölüm kustu, tanklar acımasızca insanların üzerinden geçti, F 16 savaş uçakları ses duvarını aşarak ses bombalarına benzer gürültüler çıkardı, millete gözdağı vermek için sortiler yaptı. Köprüler kapatıldı, kamu binaları kuşatıldı. Sokaktaki işbirlikçilerin cılız sesli “sokakları boşaltın, evlere dönün “çağrıları “sen de mi FETÖcüsün”, “senin FETÖcü olmadığını nerden bilelim” diyerek bastırıldı o gece. Her yerde görülmemiş bir sağduyu egemendi o gece. Hainler yüzlerindeki kaygıdan belli oluyordu.

O gecenin bize armağanı 239 şehit, 2000’inüzerinde gazi ve sayısız, korkusuz milyonlarca darbesavar yürekli insanımızın, gerektiğinde ortaya çıkmak üzere yanıbaşımızda olduğunu öğrenmekti. O gece, işte o gece bu milletin ölümü öldürdüğü geceydi, buna ben de şahittim.

Yüksek İhtisas Hastanesinde yatan o gecenin yaralı bir gazisini, olayın üzerinden bir hafta geçtikten sonra ziyaretine gittiğimizde şöyle demişti: “15 Temmuz gecesinde herkes gazi, herkes şehittir. Kurşun bana rast geldi gazi oldum, başkasına rast geldi şehit oldu. Demek ki diğerinin nasibi yokmuş ki kurşun onlara rast gelmedi". Evet, o gece meydanlarda olan herkes şehit veya gaziydi zira o gece kurşunun adresi meydanlarda olan herkesti. Sadece meydandakiler değil, hain olmayan, hainliğe ortak olamayan herkes o gece hedefteydi.

O gece paradigmaların iflas ettiği, sekülerleşme tezinin çöktüğü, sosyal bilimcilerin bilimlerini sorguladığı geceydi. Psikologlara göre insan tehlikeyi sezdiği yerden kaçma, uzaklaşma eğilimindeydi. Oysa o gece helikopterlerin ateş ettiği yerde ölenlerin yerini alanlar “o kurşunun bitecek elbet, aşağı ineceksin” diye helikopterlere parmak sallıyordu. Tankların önüne yatılıyordu, bazıları birincisinden sağ kurtulunca ikincisinin önüne de tekrar yatıyordu. Gençler alçalan F16’lara “gelin lan vurun” diye sağ elle göğüslerini gösteriyordu. Yani tehlikeden kaçmak ne kelime tehlike bizzat kovalanıyordu.

O geceden sonra, 15 Temmuzdan 10 Ağustosa kadar tam 27 gün yurdun dört bir köşesinde Türk halkı 24 saat sokaklarda, meydanlardaydı. Zira Cumhurbaşkanı 15 Temmuzda meydanları halkına emanet etti ve halk da emanete sahip çıkmak için meydan nöbetlerine başladı. Her nöbetin bir bitiş tarihi olur. Yine Başkomutan o tarihi 10 Ağustosta olarak ilan etti. Peki, 27 gün nöbet tutulan meydanlarda ne vardı, meydanlarda neler söylendi?

O geceden sonra meydanlar doldu taştı. Yüzbinleri barındıran meydanlar sanki aynı anda kızgınlık, öfke, hüzün, ümit, mutluluk ve gurur yüklüydü. Bazen uğranılan ihanete, yapılan hainliğe kızgınlık öfke duyuldu, bazen kahramanca şehit olanlar anıldı hüzünlenildi ama her halükarda milletin her yönüyle gösterdiği eşsiz dirayet, birlik beraberlik, korkusuzluk, kahramanlık ve bu millete ait olma hissi herkesi mutlu etti, gururlandırdı. Tankı-tüfeği-darbeyi çıplak elle durdurmanın, hain sesleri susturmanın başarısı, alanlarda toplanan herkeste Türkiye’nin geleceği ile ilgili büyük, çok büyük bir ümidi “yeniden” yeşertti. Yeniden dedim çünkü bu ümidin yeşertildiği onlarca bayram günü var bu milletin.

Meydanlardaki insanlar rengarenk, bayrakların hâkim rengi ise kırmızıydı. Sanki yer gök kırmızı bayraklarla süslenmişti. Bizimle birlikte nöbet tutan Filistin, Azerbaycan, Fas, Cezayir, Afganistan, Suudi Arabistan, Doğu Türkistan, Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti, Bosna Hersek, Türkmenistan gibi dost bayraklar da vardı aralarda.

Meydan manzaraları da renkliydi. Çadır kurup gece gündüz kalanlar, yatak yorgan getirip akşamdan akşama bekleyenler, semaver kurup kendi çayını demleyenler, kızının doğum günü, nikâhını, evlilik yıldönümü, arkadaşının işe girişini kutlayanlar vardı. İlk günlerin şaşkınlığını attıktan sonra yemek servisi yapanlar, stant açanlar, hatta durumdan vaziyet çıkarıp açık veya örtük reklam yapanlar da vardı. Su, meyve suyu, meyve, dondurma, bisküvi, patlamış mısır, fıstık, hatta salatalık domates kısaca bilumum yiyecek dağıtanlar da meydanlarda yerlerini almıştı. Kendinin “bu tarafta” olduğunu göstermek için sadece facebookta paylaşmak üzere özçekim yapacak kadar bir zaman diliminde kalanlar da bu dönemde meydanlardaydı.

Meydanlar, darbeye hayır diye halkı selamlayan ardından da darbecilerle gizili gizli “şimdi saklanmalıyız, bu yüzden irtibatı kesiyorum abi” diyen ikiyüzlülere de şahit oldu. Çevresindekiler gözünde meydanlarda nöbete katılmayı hak etmeyen, “bu paralelcilerin burada ne işi var” denenler de vardı. Az da olsa ekibiyle birlikte araştırma için sahada bulunan sosyal bilimciler de meydanlardaydı. O günlerde meydanlarda bilimsel amaçlı bir çalışma için kişilere mikrofon uzatmanın, topluluklara sorular sormanın meydanda bulunmanın amacına pek uygun düşmeyen bir tavır olarak algılanma ihtimali yüksekti. “Vatan elden gidiyor sen makale yazma peşindesin” diye terslenilebilinirdi.

Meydanların nöbetçileri de çok renkli, çok çeşitliydi. Dedik ya paradigmaları iflas ettiren, sekülerleşme tezlerini çökerten, sosyal bilimcilerin saçını başını yolduran cinsten. Gel de bir sosyolog olarak rahat rahat açıkla şu manzarayı: Meydanlardaki insan tipolojisinin din, dil, ırk, milliyet, kültür, dünya görüşü, sosyal çevre, yaş, cinsiyet daha ne desem hepsi farklı farklı. Sakallı cübbeli şalvarlı amca elinde Atatürk posterli bayrağıyla, göbeği bir karış açık ve pirsingli  kırmızı saçlı kızımız dilinde Allahu ekber sloganıyla, yırtık kotlu kızımız Recep Tayip Erdoğan resimli tişörtüyle, bacağının biri olmayan kardeşimiz koltuk değneğiyle, yeni evli çiftimiz gelinlik-damatlığıyla, lohusa diyebileceğimiz bir kadın kundaklı bebesiyle, 103 yaşında dede 3 aylık torunun torunuyla meydanlardaydı. İşsizi-işçisi-işvereni, memuru-amiri, hemşiresi-doktoru her sosyal sınıftan olan; farklı siyasi görüşten olan; Türk-Kürt-Laz-Arap-Çerkez-Çeçen-Boşnak vb. etnik kökenliler meydanlardaydı. Tıpkı mozaiğin renkleri gibi rengarenkti, çokluk içinde teklik, farklılıkta birlikti meydanlar, demokrasi nöbetlerinde. Orkestranın farklı enstrümanları gibi hep bir ağızdan aynı notayı söylüyorlardı: Bu vatan bizim.

Meydanların günlük müdavimleri vardı. Bir arkadaş “ben her gün işten gelip biraz dinleniyor sonra saat 22.00 ile 1.00 arası nöbetteyim” diyordu. “Aynı saatlerde gelen birçok kişi ile arkadaş olduk, telefonlarımızı aldık göremeyince merak ediyoruz birbirimizi” diye ekliyordu diğeri. Meydanlar sabaha kadar doluydu, her saatte gidenlerin yerini gelenler alıyordu. 27 gün tam 27 gün başta Ankara-İstanbul-İzmir-Gaziantep kısaca 81 il ve yaklaşık 900 ilçe nöbette meydanlardaydı. 50 bin nüfuslu ilçelerin meydanlarına 40 bin kişi toplanmıştı, sadece gelemeyecek yaşta olanlar veya hastalardı evlerde kalanlar, gücü yeten herkes meydanlara koştu. Beraber mehter marşları dinlediler, beraber marşlara, kahramanlık şarkılarına eşlik ettiler. Şehirlerin ana meydanları şimdiye dek hiç bu kadar Kur’an dinlemedi, hiç bu kadar toplu halde dualara ‘âmin’ dememişti.

Meydanların müdavimlerine sanki merhamet, sevgi, koruyup kollamaya, kamu malını koruma bilinci kodlanmıştı. Kamusal hiçbir şeye en ufak bir zarar verilmedi. Bu bilinç olmasaydı, 81 il yüzlerce ilçede binlerce, yüzbinlerce, hatta milyonlarca kişinin katıldığı meydanlar, caddeler 27 gün sonra tam bir harabeye dönerdi. Bunca kalabalığa, bunca öfkeye rağmen bir tane ATM kırılmadı, bir tane parke taşı sökülmedi, bir tane görme özürlüler için yapılan sarı bantlar çıkarılmadı, bir tane mağaza vitrini, camı kırılıp indirilmedi, bir tane taşıt yakılmadı, bir tane belediye otobüsüne ve kamu malına zarar verilmedi. Hatta bir arkadaşım İstanbul’da Vatan Caddesinde refüjlerde açmış çiçek resimlerini paylaştı facebook hesabından, burası günlerdir toplanılan, nöbet tutulan yerlerden sadece biriydi. Çiçekler de nöbetlere eşlik ediyordu.  Herkesin akın akın meydanlara aktığı o günlerde diğer günlerden pek farklı bir asayış olayı görülmedi, boşalan evlerde hırsızlık vakalarına da pek rastlanmadı. Sanki memleketin adi suçluları da o günlerde darbecilere karşı tutum almıştı.

O geceden sonra öyle bir meydan gördük ki, zannedersem ne biz ne de başka bir millet böyle bir meydan, böyle bir miting gördü. Bu 07.08.2016 tarihinde toplanılan, İstanbul Yenikapı meydanındaki Demokrasi ve Şehitler mitingiydi. Bu mitingde her türlü silahlı terörü, milletin iradesine müdahaleyi lanetleyen Türkiye’nin en temel 3 partisi, AK Parti, CHP ve MHP “Maksat vatan olduğunda her şey teferruat” mesajını verdi. Yine meydanda, 5 milyonu aşkın vatanseverin, darbesavarın birliği bütünlüğü, gücü cesareti, coşkusu heyecanı düşmanın içine korku saldı, dosta ise güven verdi. Bir de meydana girebilenlerin sayısı kadar giremeyenlerin de olduğunu görselerdi ne olurdu Allah bilir.

İlk geceden son geceye kadar kesintisiz olarak meydanlarda olan birisi olarak “Sizin hayır bildiklerinizde şer, şer bildiklerinizde hayır vardır. Allah bilir, siz bilemezsiniz”(Bakara 2/216), ayetinin tecelli ettiğine şahit oldum. Amenna ve saddakna. Kargaşaya neden olmak, birliği beraberliği bozmak, yönetim zafiyeti oluşturmak, tepsi içinde ülkeyi başkalarına sunmak, kaleyi içten yıkmak için yapılan kalkışma bir zamk gibi yapıştırdı bu milletin fertlerini, yurtiçinden ve dışından olan dostunu düşmanını belletti, toplumsal bir uzlaşım ortamı oluşturdu, vatanın en önemli ortak noktamız olduğunu hatırlattı. Bu kalkışmadan sonra vatan-millet sevdalıları geceleri çocuklarının üstünü kontrol eder gibi vatanları ile ilgili haberleri kontrol etti son durum nedir diye.

Gençler, meydandaki gençler, ey 90 kuşağı, ey Y kuşağı öptüm alnınızdan sizin. Biz ebeveynleriniz, hele hele 80 darbesinin, 28 Şubat postmodern darbenin, 27 Nisan e-muhtıranın, 17-25 Aralık yargı darbesinin amaçlarına vâkıf, sonuçlarına şahit olmuş ebeveynleriniz, devlet içinde devlet oluşturmuşların üzerinden silindir gibi geçtiği ebeveynleriniz sizi çoğu zaman şımarık, tatminsiz, tüketimi seven ve işlerinde biraz gevşek, yeterince ideali olmayan çocuklar olarak görüyorduk. Hatta argo tabirle muhallebi çocuğu sanıyorduk sizi. Sosyal medyada bu çocuklara Y kuşağı deniyordu ama ben “lale devri çocukları” ismini takmıştım size. Zaman zaman kendi çocuklarıma da “siz lale devri çocuğusunuz” derdim. Yani her şeyin güllük gülistanlık sayılabilecek bir dönemin çocukları. Ne bir gecede fırlatılan bir anayasa kitabıyla ülkenin binlerce dolar zarara uğrayıp fakirleştiğini gördünüz, ne başbakanlık binalarına günlerce siftah yapamayan esnafların yazar kasalarını atmalarına şahit oldunuz, ne haritada yerini gösteremeyeceğiz Lüksemburg gibi bir ülkeye el açıp borç alındığını gördünüz. Ne IMF’ye borcunuz yüzünden sizin nasıl yiyip içmeniz, ne üretim tüketmeniz gerektiği konusunda sürekli direktif altında yaşadınız. Ne başbakanınınız diğer ülke bakanları önünde el pençe divan durduğunu içiniz sızlayarak izlediniz. Ne başörtülü diye sınıflardan ağlata ağlata atıldınız, ne örneğin endüstri mühendisliğinin altın çağında ODTÜ endüstri mühendisliği mezunu olduğunuz halde başörtülü olduğunuz için çalışacak iş bulamama durumunda kaldınız. Şanslı olduğunuzda da bulduğunuz iş ya tezgâhtarlık ya da sizi alanınızda istihdam eden vicdanlıların (!) asgari ücretle çalışma zorunda bırakmasını hazmetmek zorunda kaldınız. Daha nice nice örnekler verilebilir bu çocuklara lale devri çocukları denmesine. Sizin de suçunuz yok biliyorum. Bunun için açıkçası sizden 15 Temmuz gecesi ve sonrasında meydanlarda gösterdiğiniz yiğitliği, cesareti, direnci, vatanseverliği, birlik bütünlük için mücadele etmeyi daha yaptığınız onca olumlu aksiyonu beklemiyordum. Büyükleriniz gibi beni de gururlandırdınız, umutlandırdınız, mutlu ettiniz. Gözümüz açık gitmeyecek artık, biz büyükler bundan sonra bu duyguyla izleyeceğiz sizi.

İlk geceden son geceye meydanların müdavimleri gençler arasında organize bir grup olarak ülkücü gençlerden özellikle bahsetmek gerek. Ülkücü gençlik demek aksiyon demek, vatan millet Sakarya demek. Sloganı severler, hareketi severler, gözlerini budaktan esirgemezler. 27 gün boyunca ellerinde bayrakları dillerinde sloganlarıyla hep meydandaydılar. Hem meydanı marşları ve üç hilalli bayrakları, kurt selamları ile şenlendirdiler hem de bence “ölmüş bitlerini uyandırdı”lar. Aksiyon seven bu topluluk uzun süre hareketsiz kalmıştı şimdi ise meydanlarda olmak için haklı ve meşru sebepleri vardı. Vatan denince ön saflarda yer aldıkları bir kez daha görüldü. Bu nedenle ülkücü olsun olmasın, kalabalıklardan bol miktarda acemice de olsa bozkurt selamı aldılar yollarda ve meydanlarda. Bu yüzden “biz bu kadar çoksak niye oyumuz bu kadar az” diye düşünmüş olanları da vardır.

Kadınlarımız, bizim kadınlarımız. Dünün Şerife bacısı, Rahime hatunu, Satı kadını. Sizler hala yaşıyorsunuz, kızlarınız, torunlarınız çeşitli kılıkta, yaşta, sosyal statüde olabilir ama sizin ruhunuz aynen onların bedeninde, rahat uyuyunuz. Kimi çarşaflı, kot pantolonlu, kimi boyanmış kırmızı, sarı saçlı, kimi de başörtülü, kimi gençliğin baharında, kimi hayatın tüm evrelerini tamamlamış huzurevi çağında ama hepsi için “vatan” deyince akan sular durmuş, hainler durdurulmuştu. İlk gece meydanlardaydılar; kamyon sürdüler, tankı durdurmaya, askeri ikna etmeye, helikopteri indirmeye çalıştılar. Hiç olmazsa Hz. İbrahim’in ateşine su taşıyan karınca misali oluruz diye sökün ettiler meydanlara. Şehit oldular, gazi oldular. Başkomutan “bitti” demeden nöbeti bitirmediler, meydanları bırakmadılar.

Meydan’ın çocukları. Çocuk saflık, çocuk bereket, çocuk umut, çocuk yarın. 27 gece boyunca meydanlarda sevdik sizleri. Kiminiz babanızın boynunda oturmuş bayrak salladınız, kiminiz annenizin kucağında bayrak gibi sallandınız. Bana mı öyle geldi bilmiyorum, siz de bir gecede büyüdünüz; sorumluluk yüklendiniz, meydandaki anne babanızı hiç bunaltmadınız. Neredeyse hiç ağlayan çocuk görmedim o gecelerde. Gece ikide eve dönerken 2 yaşından 12 yaşına kadar çocuklar gördüm meydana yeni gelen. Kiminin uykusu açılmış gözleri fal taşı gibi, hatta sloganlar atıyor, “ya Allah Bismillah”, kiminin ise gözleri uykulu. Ama hiç biri bu saatte buralarda işimiz ne bakışıyla bakmıyor etrafa. Hepsi hallerinden memnun, sanki meydanlar bayram yeri onlara. Taş zemin üzerine uyuyanlar, asfaltı yatak, anne ayakkabısını yastık, bayrağı yorgan yapanlar gördüm. Kuştüyü yataklardaymış gibi mışıl mışıl uyudular nöbetlerde, meydanlarda. Küçücük elleri bayrak salladı, dilleri dualara ‘amin’ dedi, “ölürüm Türkiyem” şarkıları söyledi, Dombralara eşlik etti, meydana kurulan setlerde şiirler okudu. Onlar öyle dozajı yüksek vatan sevgisi ile aşılandılar ki bu aşının tutmaması imkânsız artık. Ne mutlu onlara, ne mutlu onları meydanlara taşıyan ailelere, bize. Helal bu vatan size.

Türk milletinin 15 Temmuz gecesinden bu yana sen ben demeden bütün genleri ile görülmemiş şekilde ortaya koyduğu milli birlik ve dayanışma örneği, iç ve dış düşmanlarının Türkiye üzerindeki hesaplarını ve sadece darbe girişimini bozmakla kalmadı bundan sonra işlerinin ne kadar zor olduğunu da gösterdi. Öğrendiler planların ters yüz olabileceğini, öğrendiler her türlü farklılığına rağmen bu milleti tutkal gibi, çimento gibi birbirine yapıştıran ortak değerlerinin olduğunu. Bu ortak değerlerin toplumsal barış ve uzlaşı ortamı oluşturduğunu. Öğrendiler, bu milleti yeterince tanıyamadıklarını ve bu milletin yoklukta bile isterse neler yapabileceğini.

Ve son gece; 24 gün Ankara’da 2 gün Osmaniye’de tutuğum nöbete, dolaştığım meydanlara bir mübarek sefer için veda ettim. Son nöbetim yerlerin, mekânların ve meydanların en mübareğinde, Kâbe’deydi. Rabbimin bana bir ödülü bir ikramıydı, son gece Kâbe’de duada olmam nasip oldu. Rahman’a yalvardım: Ya Rabbi, ya rahman sana yalvarıyorum: Vatanıma, milletime göz koyanların gözü çıksın. Ülkeme hainlik edenleri, iç ve dış düşmanları, teröristleri onlara bilerek isteyerek yardım ve yataklık edenleri Kahhar isminle kahru perişan eyle. Ülkeme huzur ver, güç ver, refah ver, birlik beraberlik ve barış ver. Ülkeme ehl-i secde, adil, ehil yöneticiler ver. Bizi vatansız, vatanımı bayraksız, ezansız bırakma, 15 Temmuz gecesi gösterdiğimiz cesareti basirete, ferasete dönüştür, ya Rabbi.

 Doç.Dr. Zekiye Demir / Diyanet İşleri Başkanlığı

x

WhatsApp İhbar Hattı

+90 (553) 313 94 23