Hatice AkyılBaba toprakları Makedonya’yı gezi...
Uçağımız Atatürk Havalimanı’ndan ayrılıp bir saatlik uçuştan sonra Makedonya’nın başkenti Üsküp Havaalanı’na indiğinde içimde bir şeyler kıpırdadı. İlk defa 9 Ocak 1392 yılında Osmanlı egemenliğine giren ve 1913 yılında Osmanlı egemenliğinden çıkan baba toprakları olan Makedonya’ya ayak basmanın sevinci ve burukluğu içindeydim. Sevincim dedem ve babamın doğduğu bu topraklara ilk defa ayak basmam; burukluğum ise, ailemin bu topraklardan ayrılışının çileli ve hüzünlü öyküsüydü.
Havaalanından Üsküp’ün şehir merkezine doğru yol alırken yol boyunca da kendimi yurtdışındaymışım gibi hissedemedim hiç. Çünkü gözüme ilik çarpan şey camilerin minareleriydi. Kalacağımız otele geldiğimizde eşyaları bırakıp Üsküp şehir turuna başladığımızda Osmanlı’dan kalan çoğu tarihî miras bütün saldırılara karşı ayakta kalmanın heybetiyle, sanki bize “hoş geldiniz, ata topraklarına” diyordu... Selamlıyordu. Tarihî Üsküp çarşısı, Anadolu şehirlerini andırıyordu. Sıcak ve daracık sokakların her köşebaşında bir cami vardı. Tarihî çarşıyı gezerken hamamlar, zamana direnen saat kuleleri ve Türk evleri karşıma çıkıyor, bana nefes aldırıyordu.
Gezdiğimiz yerlerdeki İsa Bey Camii, Sultan Murad Camii ve Saat Kulesi, Üsküp Kalesi, Vilayet Konakları, Mustafa Paşa Camii, Kurşunlu Han, Bedesten, Sulu Han, Çifte Hamam, Murat Paşa Camii, Kapan Han, Davutpaşa Hamamı en çok dikkatimi çeken eserlerin başında geliyor.
Üsküp şehir merkezinin ortasından geçen ve Üsküp’ün simgesi olan Vardar Nehri’nin üzerindeki Fatih Sultan Mehmet tarafından 1451 ila 1469 yılları arasında yaptırılan tarihî ünlü Taşköprü’nün üzerinde oturup uzun uzun geçmişime daldım. Rahmetli dedem ve ninemin dilinden düşmeyen “Vardar ovası” şarkısı hâlâ kulaklarımda çalınıyordu. Tarihî Taşköprü’nün bulunduğu yer, bir yerde Üsküp şehir merkezi olarak, Üsküp’ün en hareketli mekânlarının başında yer alıyor.
tika göğsümüzü
kabartıyor
Donatılan heykellere rağmen Osmanlı mirasının her yerde yeniden ayağa kaldırılmasında büyük emeği geçen TİKA’nın faaliyetlerini burada da görmek mümkün. Birçok cami TİKA’nın gayretli çalışmaları ile restore edilerek eski heybetli haline döndürülmüş ve artık bu camiler sahipsiz değil, namaz kılan Müslümanların sayısında da bir artış gözüküyor. Üsküp’te hiç yabancılık çekmedik desek yerinde olur. Çünkü bu güzide şehirde çok sayıda Türk ve Müslüman yaşıyor.
Makedonya etnik bakımdan çok uluslu bir devlet. Doğal olarak Makedonlar çoğunlukta. Ancak Müslüman Arnavutların sayısı da hiç de küçümsenemeyecek sayıdadır. Hatta bazı yerlerde çoğunluk Arnavutların elindedir. Zaten bunu evlerine ve şehir caddelerine kendi milli bayraklarını asmalarından hemen anlıyoruz. Üçüncü sırada ise Türkler geliyor. Onları Romanlar, Sırplar ve Ulahlar takip ediyor.
ALACA CAMİ VE HARABATİ
BABA TEKKESİ
Üsküp turunu bitirdikten sonra Ohri’ye doğru yol alırken, çok ilginç bir kasabada daha duruyoruz. Şar Dağları eteğinde kurulan, Türk ve Arnavut nüfusunun en yoğun olduğu Kalkandelen şehrinde gördüğümüz mimarisi ile ün kazanan Alaca Cami eşsiz tarzı ile ilgimizi çekiyor. Caminin içi dışı süslemelerle dolu. Cami, 1438 yılında yapılmış, 1833 yılında Abdurrahman Paşa tarafından tamiratı yapılmış. İnce işlemeli, görüntüsüyle de ihtişamı olan bir cami örneği. Adı da mimari yapısındaki alacalıktan ve renklilikten kaynaklanyor. Caminin avlusu birbirinden güzel çiçeklerle süslenmiş. Duvarlarla çevrelenmiş olan avluda caminin yapımını sağlayan iki kız kardeş Hurşide ve Mensure hanımların türbeleri bulunmakta. Beni asıl etkileyen bu kasabadaki , Kanuni’nin vezirlerinden olan “Sersem Ali Baba” tarafından 1538 yılında kurulan Bektaşi Harabati Baba Tekkesi. 1799 yılında Recep Paşa’nın kuruculuğunda bir vakıf, tekkenin içinde oluşturulmuş ve tekkenin mali açıdan ayakta kalması sağlanmış. Dağın eteğine doğru geniş bir arazide kurulmuş bu tekkeyi gezerken, insanın manevi duyguları artıyor. Tekke hakkında bize bilgi veren tekkenin bekçisi Cumali Bey’in anlattıkları da çok ilginç. Savaş zamanında burayı vermemek için ne kadar canla başla mücadele ettiklerini anlatırken gözleri doluyordu. Tekke ile ilgili bize bilgiler veren Cumali Bey, kendisi bir Makedon Türk’ü. Askerden döndükten sonra, yaklaşık 15 sene kadar önce, Makedonya’nın bağımsızlık dönemlerinde Hıristiyanların bu horgörmesine dayanamayarak 15 arkadaşıyla ve silahla tekkeye el koyduklarını ve buranın bir Türk ve Müslüman eseri olarak ayakta kalmasına çalıştıklarını, zaman zaman Makedon devlet yetkilileri ile çatıştıklarını, sürekli elde silah gece gündüz nöbet tuttuklarını anlattı.
OHRİ’de safranbolu
manzaraları
Kalkandelen’deki kısa turdan sonra Ohri’ye doğru yola çıkıyoruz. Ohri Gölü’ne adını veren şehre varıyoruz. Roma kalıntıları, Osmanlı tarzı mimari kokan evleri ve camileri, her tarafa yayılmış Hıristiyan azizlerin heykelleri ve özellikle Ayasofia Kilisesi ve müthiş güzel bir görünüm veren Çınar Meydanı Osmanlı çarşısı ile bizi çok etkiledi. Tarihî Ali Paşa Camii’nde ikindi namazını kıldıktan sonra, Halveti Tekkesi’ni de ziyaret ediyoruz. Tekkenin kapısından içeri girer girmez kendimi farklı bir iklimde buluyorum. İçimdeki manevi duygular yoğunlaşıyor. Bahçedeki mezarda yatanlara dua ediyorum. Bir Müddet burada soluklanıyorum. Ve geçmişle ilgili yeniden bağ kuruyorum. Burada da gözüme çarpan bu tekkenin de yine TİKA tarafından restore edilmesi. Gezdiğim her yerde TİKA’nın mührünü görmekten çok mutlu oluyorum ve TİKA’yı kuranlara bir kere daha dua ediyorum. Şehir “Ohri incisi” diye bilinen inci dükkânları ile dolu ve buralarda da daha ziyade karşımıza Makedonya Türkleri çıkıyor. Şehrin birçok yerinde Türkçe isimler var. Alış veriş yaparken konuşmakta hiç zorlanmıyoruz. Ohri Kalesi’ni de gezdikten sonra çarşıya doğru inerken altından cadde geçen Safranbolu evlerine benzer evleri de dikkatimi çekiyor. Ohri Gölü etrafı gerçekten bambaşka bir yer. Akşam güneşin kızıllığı, sabah ise maviliği yansıyor gölün üzerine. Huzur veren bir şehir benim için Ohri. İnsan oradan ayrılırken bir şeylerini bırakıyor geride…
manastır’Da bize ait
çok şey var...
Ertesi sabah Ohri’den Manastır (Bitola) şehrini ziyaret etmek için yola çıkıyoruz. 800 metreye varan yüksek dağların eteklerinden geçerek elmasıyla ünlü Resne’ye uğruyoruz. Resne’nin Osmanlı tarihinde özel bir yeri ve önemi var. Resne’ye geldiğimizde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önemli üyelerinden Resneli Niyazi Bey’in Versay Sarayı’nı örnek alarak yaptırdığı iddia edilen konağı geziyoruz. Resne’den şimdiki adı ile Bitola olarak da bilinen Manastır şehrine doğru yol alıyoruz. Manastır sanki Anadolu şehri havası veriyor. Otobüsten inip şehir merkezine doğru yürürken gözümüze ilk çarpan camilerin ayakta olması, bir kısmının ise harap derecede bulunmasıydı. Ve burada da TİKA gözümüze çarpıyor. Üsküp’teki heykel hastalığı Manastır’da da var. Heykeller arasında kalan Osmanlı eserleri ise farklı bir görüntü oluşturuyor.
Türk Çarşısı, Bedesten’i, İshak Camii ve Yeni Cami’yi gördükten sonra şehir merkezinde nefes almak için bir cafede mola veriyoruz. Bütün Balkan şehirlerinin en büyük özelliği ise, her şehrin merkezinden bir akarsuyun geçmesi. Burada da manastırın ortasından geçen akarsu, bu şehre ayrı bir hava veriyor. Manastır’dan güzel duygularla ayrılıyoruz. En büyük üzüntüm ise bu ata yadigarı topraklardan ve halklarından uzun yıllar ayrı kalmamız. Bizleri sevindiren ise Osmanlı’ya ait tarihî eserlerin yeniden ayağa kaldırılması ve bu topraklardaki İslâmiyet’in yaşanması. Ve yeniden Türkiye’den bu topraklara ziyaretçi akınının başlaması, geçmişiyle kucaklaşması...
İlk defa baba toprağı olan Makedonya’yı ziyaret etmenin heyecanı içinde uçağımız başkent Üsküp’ün havaalanına indiğinde sevinci ve hüznü bir arada yaşadım. Havaalanından Üsküp’ün şehir merkezine doğru yol alırken, yol boyunca da kendimi yurtdışındaymışım gibi hissetmedim hiç. Çünkü gözüme ilk çarpan şey camilerin minareleriydi. Başkent Üsküp’ü gezerken hiç yabancılık çekmedim. Her köşebaşında bir cami, kümbet, saat kulesi, hamam ve Osmanlı’ya ait her şey vardı. En çok sevindiğim nokta ise, Türkiye’nin gözbebeği TİKA’nın burada yıkılmaya yüz tutmuş cami-dergâh-medrese ve Osmanlı’ya ait tarihî eserleri tekrar ayağa kaldırmasıydı. Gezi boyunca Osmanlı mirasının yeniden dirilişini - uyanışını görmek beni çok sevindirdi. Bir de bu ülkedeki halkın Türklere karşı çok farklı, saygın bir bakışı var. İmkânı olanlar yeniden ata topraklarını ziyaret etmeli, geçmişi ile kucaklaşmalı...