“Kıssa”dan romana…
Osmanlı’da roman yok…
Onun yerine dört bin yıl öncesinden başlayarak eski devirleri, eski hayalleri güne taşıyan masallar, destanlar var: Siret-i Anter, Binbirgece vesaire. Nihayet hepsinin aktığı ibret ummanı: Kıssalar... Menkıbeler...
Kıssalar ve menkıbeler, Osmanlı’da, fetih hamlesinin temelidir.
Osmanlı’nın romana karşı direnmesinin ve hiçbir ilgi bağı kurmamasının sebebini romanın yüklendiği fonksiyonda aramak lâzım.
Romanın fonksiyonu teşhir, malzemesi aşırı tecessüstür!
Roman mütecessis, meraklı; her eve girmek, her aksaklığı, her kusuru bulmak ve herşeyi herkese göstermek iddiasında…
Oysa İslâm’da hem teşhir yasaktır, hem kusurları ifşa, hem de aşırı ve gereksiz teessüs, yani yersiz merak.
İslâm’da teşhir yok, ifşa yok; bunun yerine tespit, isbat ve ikaz var. Osmanlı kendini teşhir ve ifşa etmekten kaçındı. Düzelmeyi tespitte, isbatta ve ikazda aradı.
Bu konudaki başarısı ya da başarısızlığı bir ayrı mevzu...
Nokta tespitimiz şudur: Osmanlı’nın namus telâkkisi bütün aileyi, hattâ bütün toplumu mukaddes bir sır perdesine sarar ve toplum, sırrını, sadece nâmahrem olmayan nazarlara açar.
Romanın tam tersi yani…
***
Osmanlı’da heykel de yoktur…
Çünkü Osmanlı, bediî zevklerde bile ebediyet arayan vahiy medeniyetine mensuptur. Dünyayı “ahiretin tarlası” sayan bir kültürün çocuğudur…
Vahiy medeniyetinin çocuğu fani zevkleri tatmin uğruna yaratıcıya nisbet gibi bir abesiyetle iştigal etmez.
Osmanlı, heykel dikmek yerine ebedî âbideler dikmeyi seçti. Muhitini baştan başa çeşmelerle, kubbelerle, sebillerle, köprülerle, hanlarla, kervansaraylarla, aşhaneler, bimarhanelerle süsleyip, bunların bekası için vakıflar vücuda getirdi…
Onun nazarında ebedileşmenin ölçüsü faydasız bir heykel yontmak değil, bir mabede imza atmak ya da insanlığın hayrına hizmet edecek bir medreseye kubbe çakmaktı.
Özenle yontup her birini sanat eserine dönüştürdüğü mezar taşlarında bile ebediyet emelinin yansımaları açıkça görülür.
Öte yandan; bugün müzelerde zevkle seyrettiğimiz şaheser beşiklerde insana verdiği değerin ölçüsü saklıdır...
Şu tespiti yapmakta mahzur yok: Osmanlı, “Beşikten mezara ilim” emrine uygun olarak, sanatı beşikten mezara kadar bütün hayata yaymış, ancak faydacılığı esas almıştır.
Son hüküm cümlesi Yahya Kemal’dan:
“Eski Türklerin bir dinî hayatları vardı; dinî hayatları olduğu için de çokşeyleri vardı. Yeni Türklerin de dinî hayatları olunca çokşeyleri olacaktır.”
Edebiyat ve sanat da, Yahya Kemal’in belirttiği “çok”ların birer parçasıdır…
Şimdilik bu kadar.