• İSTANBUL
  • İMSAK
    00:00
    GÜNEŞ
    00:00
    ÖĞLE
    00:00
    İKİNDİ
    00:00
    AKŞAM
    00:00
    YATSI
    00:00
  • 0.0
  • 0.0
  • 0.0
Yaşar Değirmenci
Yaşar Değirmenci
TÜM YAZILARI

Hâlâ nelerle uğraşıyoruz?

28 Mart 2015
A


Yaşar Değirmenci İletişim: [email protected]

Kur’an sıradan bir kitap gibi görülüyorken biz, Kur’an’a ilk iman edenlerin adını anmadıkları konuları Kur’an’ı savunur gibi savunuyoruz. Kabuğu kendinden değerli meyveler yetişmiş bizim bahçemizde de haberimiz olmamış adeta. Ağlanacak bir durum değil midir bu? Ama beyhude, ne ağlayan belli ne gülen! Herkesin keyfine göre bir din ihdas etmeye çalıştığı böyle bir zamanda faydasız, lüzumsuz tartışmaların, ‘efdaliyet hastalığı’na bizi sürükleyecek konuşmaların kime ne faydası var? 

Freni tutmayan arabada gönül eğlendiriyor, alevlerin etrafımızı sardığı evde kahkahalar atıp neşemizi buluyoruz. Teknolojinin oyuncakları ile sanal dünyada yaşıyor, dünyanın lezzetleri, bizzat Rabbimizin vaad ettiği Cennet nimetlerinin önüne geçiyor âdeta… 

Kıble merkezli olması gereken dünyamız, kıblesizlerin tahakkümü altına girdi. Hayat tarzımızı biz belirlemiyoruz artık. Cenazeler bile gösteri sebebi oldu. Düğünler, isyana dönüştü. İftarlar, davetler, ziyafetler bile mü’minlerin birbirlerine ‘israf yarışı’ yaptıkları alanlara dönüştü. Okullar, eğitim müesseseleri olarak eğitimin hakkını vermekten çok, yavrularımızı öğüttü durdu. Diploma dağıtan büro durumuna getirildi. Resûlullah Efendimizin sevgisi bile tören sevgisine dönüştü. Güller, plaketler, slaytlar salâvattan değerli hâle geldi. Onu anlatmak için yapılan toplantılarda kadınlı erkekli oturumlar, menhiyattan rahmet ummalar yaygınlık kazandı. Bir gül, bir çiçek onun bir sünnetinden önde durdu. Güller açtı, sünnet açmadı.

Fetva verenler, fetvalarında insanları üzmemeyi esas aldılar. Hoş fetvalar, üzmeyen fikirler kitaplaştırıldı. Asaleti korumaya çalışanlar, esasa sadık kalanlar diplomasızlıkla, ehliyetsizlikle itham edildi. İlmin yerini kılık kıyafet aldı. İhlasın yerini güzel hitabet aldı.

Çoğunluk ilke edinildi. Kitlelerin talebi reddedilemez kabul edildi.

Her Kur’an okuduğumuzda, âyetler, Allah ile konuştuğumuz metinler olarak öne çıkmalıydı. 

Ticari amaçlarla geliştirilmiş farklılıklar Kur’an ehlini aldatmamalıydı. Cenazeler, ibret noktalarımız olarak kalmalıydı. Bir gün varacağımız yeri düşünüp ibret almalıydık. Cenazeler, mezarlıklar iş takibi için kullanılmamalıydı.

Sevinçlerimiz, üzüntülerimiz, düğünlerimiz, derneklerimiz, hayatımızın her safhası Allah’tan bağımsız olmamalıydı. Sabır/şükür/kanaat sadelik/tabilik bizim istikamet çizgimizi oluşturmalıydı. Biz zühdü ve takvayı esas alan dinin müntesipleri olarak mal cümbüşünde huzur ve saadet aramamalıydık. 

Kendisine fetva sorulan âlim, Allah’ın rızasından başkasını düşünmemeliydi. Fetvanın boynuna dolanacağını bilmeliydi. Bir mü’min, tek başına bütün kâinata bedel olmalıydı. Kitlelerin peşinde olmak yerine Allah’ın rızası peşinde olmalıydık.

Peygamberimizin imanla ilgili listesinde bulunmayan, ashabı kiramın din anlatmak için gittikleri yerlerde konuşmadıkları şeyleri, İslam’ın başka bir meselesi yokmuş gibi konuşmanın ne faydası olacak? Akide kitaplarımızda imanımızı tehdit eden, Mü’minlere imanlarını öğretecek kitaplarda listede olmayan konular nasıl olup da bizleri bu kadar meşgul ediyor? Allah sonumuzu hayretsin; kim ne kadar İslam’dan insan atarsa o kadar mutlu oluyor sanki. Kimi eline silah alıp birilerinin Müslüman olamayacağını söyleyerek onları ‘Allah!’ diyerek öldürüyor. Kimileri de kusurunu yakaladığını vehmettiği Müslümanları dinden atıyor. Dini özel bir çiftlik gibi görme hastalığından başka bir şey olamaz bu. Dinin aslı bize yeter. Dini ashabı kiramın anladığı gibi anlamak, İmam-ı Azam Hazretleri ve diğer müctehit İmamlarımızın yorumladığı gibi yorumlamak yetmiyor mu?  

Kendi akıbetimizle ilgilenmek, önemli ve büyük haber olarak ‘Nebe’ suresine kafa yormak dururken nasıl basit iğreti, geçici, siyasilerin aralarındaki tartışmalar bizi bu kadar meşgul edebilir? Hesap Günü’nün azameti, iman ve küfrün, iyi ve kötünün, hak ve batılın ayrışma gününün dehşeti bizi uyandırmazsa bizi ne uyandıracak? “Kulakları sağır eden o mahşer çığlığı kopacak, o gün kişi kardeşinden kaçacak, annesinden ve babasından, eşinden ve çocuklarından…” (80/33-36) “Güneşin defteri dürüldüğünde, yıldızlar sönüp döküldüğünde, dağlar yürütüldüğünde…” (81/1-3) “Uzay çatlayan bir çekirdekten çıkan filiz gibi yeniden yaratılmaya başladığında, yıldızlar yeniden serpilip saçıldığında, denizler yeniden yükselip kabardığında, kabirler içini boşalttığında, her insan neyi öncelediğini ve neyi ertelediğini fark edecek” (82/1-5) 

O günün dehşetini haber veren bu ve benzerî âyetler bizi sarsmıyorsa, kendimize döndürmüyorsa, halimiz perişandır. Kendimizi emniyet ve güven içinde hissetmek de bir başka perişanlık… 

Resûlullah Efendimizden başkası masum değildir. (Âlim, müçtehit, veli… kim olursa olsun herkes hata eder/edebilir.) Hatasızlık en büyük hatadır. Bir insanı cehenneme atmaktansa cennetlik olduğuna yanılmış olmanın daha iyi olacağını bilelim. Küfrü sarih olandan başkasına kâfir muamelesi yapmayalım. Allah’a kalmış işlere karşı cüret abesle iştigaldir. Bizim yükselmemiz için birilerinin küçülmesi gerekmiyor. Herkes Rabbinin huzurunda yazdıklarının/yazdırdıklarının, konuştuklarının, yaptıklarının hesabını verecektir. Bir müşrik üzerinden konuşur gibi ümmetin büyükleri üzerinden konuşmak ağır bir risktir. Ümmetin bunca çilesine, çevresini kuşatan düşmanlara rağmen başka mevzular yokmuş gibi birbirimizle uğraşmanın, tenkit ve beğenmemezlik hastalığına tutulmanın manası var mı? Yürekleri sadece kendi grubundakileri alacak kadar dar olanlar, kelime-i tevhid sahibi herkesi alacak kadar geniş yüreklileri anlayamazlar. 

Şu ümmetimizin bulunduğu hâle bakınız; helak olmuş diyarlar, kahrolmuş milyonlarca mü’min, oluk oluk akan Müslüman kanı. Yarına yüzleri güldürecek bir umut belirtisi bile yok. Âlim kalmamış, siyaset erimiş, topraklarımız işgal edilmiş, din kökten imha edilmek isteniyor. Biz ise neyi gündem yapıyoruz? İki siyasinin lüzumsuz polemiğini… 

Kur’an sıradan bir kitap gibi görülüyorken biz, Kur’an’a ilk iman edenlerin adını anmadıkları konuları Kur’an’ı savunur gibi savunuyoruz. Kabuğu kendinden değerli meyveler yetişmiş bizim bahçemizde de haberimiz olmamış adeta. 

Ağlanacak bir durum değil midir bu? Ama beyhude, ne ağlayan belli ne gülen! Herkesin keyfine göre bir din ihdas etmeye çalıştığı böyle bir zamanda faydasız, lüzumsuz tartışmaların, ‘efdaliyet hastalığı’na bizi sürükleyecek konuşmaların kime ne faydası var? Hangi sohbetimiz bizi, takvaya/haşyete/İslam kardeşliğimizin icaplarını yapmaya götürüyor? Hangi katıldığımız dini toplantı veya organizeler bize, Allah’a kullukta mesafe aldırıyor? Buna bakıp kendimize çeki-düzen verme durumundayız. Boş, malayani dediğimiz konuları vakit israfı ve insan kaybı olarak görebilmeliyiz. Kendi tekkesine, vakfına derneğine, cemaatına  kapanıp dünyanın gidişatını, yaklaşan kıyamet alametlerini bile göremez durumdakilere bir şey anlatamazsak da birlikte Haşr suresinin 10. Âyetiyle Rabbimize yalvarabiliriz belki. “Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, gerçekten sen, çok şefkatlisin, çok merhametlisin”

Hayırlı ve başarılı bir aile misiniz? (1)

Müslümanın huzur menbaı da, huzursuzluk kaynağı da, ömrünü içinde geçirdiği evidir, ortak bir yaşamı paylaştığı aile ocağıdır. Aile ocağının böyle hem huzur, hem de huzursuzluk alanı olması şüphesiz ki, ailenin temel unsuru olan bey ile hanımın karşılıklı muhatap oluşlarıyla yakından alakalıdır. Birinci sual: “Düşünün bakalım, nasıl bir aile reisisiniz? Hayırlı mı, hayırsız mı?” Sakın zorlanmayın. Bilemem demeyin. Tespit etmeniz kolay. İşte ölçüsü: “Siz eve gelince hanım sıkılmaya başlıyor, evden çıkınca da rahatlıyor mu?” Cevabı siz verin, vicdani muhasebeyi siz yapın. “Eve girince hanım sıkılıp, rahatsızlık duyuyorsa, hayırlı bir aile reisi durumunda değilsiniz, bunu iyi bilin ve kendinizi kontrol edin.” Bunun delili sahabede vardır. nitekim bir sohbetinde Hazret-i Rasulullah şöyle buyurmuştur: “İnsanların en kötüsü, ailesine (haksız yere) sıkıntı verendir! Merak eden sahabi dedi ki: “Ya Rasulallah, ailesine sıkıntı vermek nasıl olur?” Şöylece cevap verdi Allah’ın Resulü: “Bir aile reisi evine geldiğinde hanımı ürperir; çocuğu korkar, evden çıktığında da hanımın yüzü güler, ev halkı rahatlarsa, bu hal ailesine sıkıntı verdiğinin işareti, hayırsızlığının delilidir!” Evet, hadisin burasında biz sualimizi tekrarlıyor ve diyoruz ki: “Aile reisleri! Kendi kendinizi kontrol ediniz. Sizler gündüz çalıştığınız işinizden dönünce, evde böyle bir panik başlıyor; “Yine geldi şu hayırsız” der gibi, bir memnuniyetsizlik meydana getiriyor musunuz? Sabah işinize çıkarken evi terk edince çocuklar ve hanımefendi, “Oh, dünya varmış, nihayet defolup gitti” der gibi bir hissin doğmasına sebep oluyor musunuz? Oluyorsanız, herhalde hayra alamet değildir bu rahatlamalar. Kendinizi kontrol etmeli, haksız bir baskı ve korku unsuru haline gelip gelmediğinizi incelemelisiniz. Bu ölçüyü bir başka hadiste de şu mealde görmekteyiz: “Sizin hayırlınız, ailesine hayırlı olandır!”

x

WhatsApp İhbar Hattı

+90 (553) 313 94 23