Dertlerimizin devasını nerede arıyoruz?
Dertli, karışık, hercümerç içinde yaşadığımız bir hayatta ne yapmamız, nasıl hareket etmemiz, imanımızın zarar görmemesi için usul ve üslubumuz ‘Allah ve Resulünün rehberliğinde/ölçüsünde olmalı’ düşünceleri içinde bir dertleşme yazısı yazmaya çalışıyorum. Hz. Ali Efendimizin nakli de derdime çare oldu. Nasıl mı? İşte cevabı: Peygamberimizin “Yakında bazı kargaşalıklar olacak” buyurduğu, bunun üzerine kendisinin, “Bunlardan kurtuluş yolu nedir?” diye sorduğu, Peygamber Efendimizin de şöyle cevap verdiğini nakletmektedir:
“Allah’ın kitabı! Onda sizden öncekilerin bilgisi, sizden sonrakilerin haberi ve aranızdakilerin hükmü bulunmaktadır. O, hak ile batılı, doğru ile yanlışı kesin olarak ayıran bir kitaptır, asla bir şaka değildir. O öyle bir kitaptır ki, büyüklenerek onu terk eden zorbanın Allah boynunu kırar, hidayeti ondan başka bir yerde arayan kimseyi Allah sapıtır. İşte o, Allah’ın sağlam ipidir. O, hikmet dolu zikirdir. O, dosdoğru yoldur. O, kendisinden dolayı arzuların sapmayacağı, dillerin zorlanmayacağı, âlimlerin kendisinden doymayacağı, çok tekrar edilmekten dolayı eskimeyen, ilgi çekici güzellikleri tükenmeyen kitaptır. O, öyle bir kitaptır ki, kim ona uygun görüş açıklarsa doğru söylemiş olur; kim onunla hükmederse adaletli davranmış olur; kim onunla amel ederse ona sevap verilir, kim insanları ona çağırırsa o dosdoğru yola iletir.”
Kur’an-ı Kerim öylesine hidayet vesilesidir ki, ondan yararlanmadan insanları doğruya, gerçeğe, hakka yöneltmeye imkan yoktur. Kur’an öğretisinin dışında bir öğreti ve sistem ile kişileri eğitme ve doğruya yöneltme gayretleri sonuçsuz kalmaya mahkûmdur. Onun bir benzerini ortaya koymak da mümkün olmadığına göre onu rehber edinmekten başka çıkar yol kalmamaktadır. Bunalımlar içinde kıvranan insanlarımızın, çıkmaz sokaklarda yorulmaları kendilerine Kur’an’ı rehber edinecekleri, Kur’an’a dönecekleri güne kadar sürecektir. Çünkü en büyük ayet, en büyük hidayet vesilesi ancak Kur’an’dır. Bu Peygamberî ikaz ve haber doğrultusunda hayatımızı vahye göre inşa etmek, Sünnet üzere yaşamak, ‘sünneti çağa taşımak’ mecburiyet ve mükellefiyetindeyiz. Yoksa ‘inandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız’ sözündeki tehlike bizi bekler.
Allah’ın vahyini insanlara tebliğ etmekle vazifeli olan Peygamber Efendimizin Sünnetini ve hadis-i şeriflerini anlamadan İslâm anlaşılamaz. Dinimiz, Rasulüllahın fiil ve kavillerindeki mesajla uygulanabilir. Peygamberimizi hayatın dışına çeken, devreden çıkaran bir din anlayışı sakat bir din anlayışıdır. Rasulüllahın hayatı, Kur’an’ın tatbiki ve pratiğe dönüşmüş şeklidir. Sünnet ve hadis, mü’minin aklını, şahsiyetini, hayatını inşa eder. Gerek siyer kitaplarımızı, gerekse hadis-i şerifleri dikkatli okuyup amel edersek ifrat ve tefride düşmeden itidalli ve istikametli bir yol izleyebiliriz.
Son zamanlarda mü’minler olarak, ölçü ve dengenin kaybolduğu bir dönemi yaşıyoruz. Bütün yapılan amellerin Allah ve Rasulüne arz edilip o ölçüye vurularak değerlendirilmesi gerekirken, çeşitli düşünce ve mülahazalarla herkes kendi koyduğu ölçüye uyar oldu.
Günümüzdeki “olağanüstüye”, “gizeme”, “sırra”, “esrara” olan aşırı ilgiyi nereye koyacağız? Hocaların da, idarecilerin de ‘hatasızlık’ anlayış ve inanışı, bu kimseleri ‘hatalarında bile hikmet arama’ sapıklığına götürmez mi? Bu zararlı ilginin önü ancak sahih bilgiye dayalı sahih imanla alınabilir. Yoksa rüyada Rasulüllahı görüp ondan talimat alan, yaptığı icraatlardan sorumlu olmayan, kalpleri okuyan, şahısları putlaştıran yalan, dolan, istismar ve sahtekârlıklarla dolu bir yapı iflah olmaz. Olağanüstüye, sırra (gizeme) olan aşırı ilgiyi, derhal müdahele edip önleyen bir Peygamber anlayış ve idrakinin gittikçe kaybolduğunu müşahede ediyoruz. Şeriatın kabul etmediği her uygulama merduttur. Allah ve Rasulü’nün koyduğu ölçülerden sapma, din eğitimi alanında yaşanan sefalet ve cehaletin sonucundan başka bir şey değildir. Bilgi ve akıl kirliliğinden çok daha fazla din adına olan duygu kirliliği gittikçe yayılıyor. İslâm okyanusunda bir damla olduğunu düşünmeyip, kendi bir damlasını okyanus yerine koyan, İslam’a uyma (Allah ve Resulü) yerine kendi ölçü ve prensiplerini din yerine koyan yapılara rıza gösterme/tavır koymama Müslümanları bu hale getirmiştir.
Usul ve üslup hatası yapmayalım. Mazhar kılındığımız nimetlerin farkında olup mü’min şahsiyet ve tavrı içinde olup mazeretlere sığınmayalım. Vazife ve mesuliyetimizin idraki ve şuuru içinde olalım. Umut Ümmeti olduğumuzu, evrensel sorumluluk taşıdığımızı unutmayalım. İslam’la insanı buluşturmak ve İslam ile insan arasına giren her türlü engeli kaldırmakla mükellefiz.
Rabbimiz: “Hayra çağıran, meşru ve iyi olanı teklif ve tavsiye eden, kötü ve yanlış olandan da sakındıran, insanlık adına çıkarılmış en hayırlı Ümmet olduğumuz”u Âli İmran suresinde (3/104, 110) beyan buyuruyor. Keza Fussilet suresinde de “Allah’a davet eden, dürüst ve faziletli davranan ve ‘elbette ben kayıtsız şartsız Allah’a teslim olanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” (41/33) buyurarak da bizlere vazifemizi hatırlatıyor. Şu âyetler bizler için bir şey ifade etmiyor mu? “Mü’minleri bırakıp da kâfirlerin dostluğu ile onur duyanlar, onların yanında izzet, şeref mi arıyorlar? Bilsinler ki, bütün izzet ve şeref yalnızca Allah’a aittir.” (Nisa 139) Ya Nisa suresinin 105. Âyetindeki ‘Sakın hainlere taraftar olma!’ ikazı... Sevmemekle düşmanlık yapmak, veren olmakla alan olmak, sosyal ilişkiler içinde olmakla onların kültüründe erimek arasındaki çizgiyi koruyamamanın sıkıntısını yaşıyoruz. Hatta daha da ileri gidip, kültürle akideyi, ibadetle onların hayat tarzını, ticaretle sömürülmeyi karıştırır hale geldik. Bu hercümerç içinde mutedil ve müstakim olmaya mecburuz. İşte bütün mesele…
l (Yarın devam edeceğim
İnşaallah…)