Kurgu böyle başladı
Ben dayıma benzerim, der dururdu. Dayısına o kadar özenirdi ki, bir ara kod ad olarak kendisine dayıyı seçti.
Dayısının babası Ahmet, sözde bir rüya görmüş ve bu rüya üzerine kendisine müracaat ettiği sözde bir şeyh, ona sözde bir müjdede bulunmuştu. Ahmet’in neslinden önemli bir zat çıkacak ve dünyayı nura boğacaktı…
İşte kurgu bu yalan rüya ve bu yalan müjdeyle başladı. Ahmet, evlendi ve bir oğlu oldu. Mademki müjde hazırdı, öyleyse bu müjdeye ilk namzet oğlu olmalıydı. Onu okuttu, hafız etti. Sesi de güzeldi, güzel Kur’an okurdu. Fakat Ahmet’in hayallerini gerçekleştirecek kıvamda değildi. Bir kere ilme hiç meyli yoktu. Alabildiğine dünyaya açık bir insandı. Sonra hocalığa da hiç meyli yoktu. Hiç kimseye Kur’an okumayı bile öğretmemişti.
Nitekim hayatının son demlerinde gırtlak kanserine yakalanmış, sesi soluğu kesilmiş, çok zor konuşur hale gelmişti. O, bu hastalığın kendisine ilahi bir ceza olduğunu söylemiş, gerekçe olarak da kimseye Kur’an öğretmemesini göstermişti.
Fakat kız kardeşinin bu ilahi ceza ile ilgili yorumu çok farklıydı. Bana anlatılana göre hikâyenin özeti şuydu: İkisi kız birisi erkek üç kardeştiler. Kendilerine, kimden olduğu bilinmeyen bir çömlek altın miras kalmıştı. (Bu nasıl mirassa!) Mahkemeye başvurdular. Hakim, altınların eşit olarak paylaşılmasına karar verdi. Fakat ağabeyleri: “Hakim bey, ben bunların ağabeyiyim. Altınları ben taksim ederim” demiş, hakim de taksim işini ona bırakmıştı. Fakat o ne altınları taksim etti, ne de kız kardeşlerine küçük bir pay verdi. Ömrünün sonunda maruz kaldığı ilahi ceza işte bu gaspın cezasıydı.
Ahmet, yüz beş yaşında vefat etti. Kurguladığı müjdeyi oğlunda bulamayınca onun çocuklarında aradı durdu. Fakat hiçbirisi bu müjdeye ehil görünmüyordu. Nihayet oğlundan ve oğlunun çocuklarından ümidini kesince diğer çocukları olan iki kızının çocuklarını araştırmaya karar verdi. Bu gaye ve tecessüsle önce küçük kızının evinde misafir kaldı.
Küçük kızı Alvarlı Efe Hazretlerine müntesipti. İki defa cinnet geçirmişti. Birisine sebep olan ise yeğeniydi. Alvarlı Efe Hazretlerinin torunuyla kavga edince gitmiş teyzesine olanları anlatmak istemişti. Konuşması o kadar edep dışıydı ki kadın bunları dinlemeye tahammül edememiş ve delirmişti.
Ahmet bu kızına ayrı bir düşkündü. Oğlunda bulamayınca hiç olmazsa onun çocuklarından birinin bu müjdenin muhatabı olmasını arzu ediyordu. Fakat işte yine ümidini yitirmiş, küçük kızından torunlarının hiç birinde bu istidadı görememişti.
Nihayet büyük kızının evinde misafir kaldı. Onun erkek çocuklarını bir bir incelemeye aldı. Galiba artık yetmiş yıl sonra aradığını bulmuştu. Evet, evet kendisine verilen devre müjdenin sahibi artık oydu. Kızının kulağına bu uydurma müjdeyi fısıldadı. Sonra da aradan çekildi.
Bu fısıltıdan sonra ev içinde ona ayrı bir değer verildi. Kullandığı eşyalar hatta iç çamaşırları, mendilleri, çorapları bile kapışılır oldu, ya da ona öyle söylendi. Zaten fıtratında var olan megalomanlık şişirildikçe şişirildi ve önü alınamaz bir hale getirildi.
Sıra onu Müslümanların başına bela yapmaya geldi. Onu da önce MİT sonra da CIA üstlendi. Dayısı bir çömlek altını gasp ile yetinmişti; fakat yeğeninin ihtirasları çok aşkındı. Bir dünya lideri olmak sevdasındaydı. Hatta kendisini dünyanın en entelektüeli seçtirmek için milyonlarca dolar para harcamıştı.
Sonrası ise herkesin malumu: Artık o, üst aklın kullandığı bir eleman olarak her türlü ihanetin failiydi. Bu uğurda nice masum canlara kıydı, devleti gaspa kalktı, milyonlarca gencin geleceğini, hayallerini çaldı, maddi-manevi bütün değerlerimizi altüst ederek “deccallık” görevini kusursuz yerine getirmenin “seçkin” bir örneği oldu.
Aziz dostlar, İzmir depremiyle derinden sarsıldık. Yüzü aşkın can kaybımız oldu. Onlara Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifalar diliyorum. Depremzedelerimize ve tüm milletimize Rabbim sabrı cemil ihsan etsin. Günlerce sonra kurtulan çocuk ve bebekler kadere olan inancımıza fer verdi. Zaten okuyabilene her hadise, her olay ibret yüklü birer işaret, birer ayet değil mi? Fatebiru…