• İSTANBUL
  • İMSAK
    00:00
    GÜNEŞ
    00:00
    ÖĞLE
    00:00
    İKİNDİ
    00:00
    AKŞAM
    00:00
    YATSI
    00:00
  • 0.0
  • 0.0
  • 0.0
Hasan Karakaya
Hasan Karakaya
TÜM YAZILARI

90 yıldır yaşayan tek yerli: Cumhuriyet Meyhanesi!

27 Eylül 2015
A


Hasan Karakaya İletişim: [email protected]

Şu “yerli ve milli” meselesine devam edelim... Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Yenikapı’daki mitingte; “550 yerli ve milli milletvekili istiyorum” dediği için “linç kampanyası” düzenleyen “hastalıklı ve profesyonel” zihniyet; hâlâ hıncını alamamış olmalı ki; “Saldır Co” modunda apartta bekliyor:

“Ahh, Patagonya’da bir trafik kazası olsa!.. Ahh, bir Madagaskar Adaları’nda tsunami meydana gelse!.. Ahh, bir Papua Yeni Gine’de yanardağ fışkırsa da, Erdoğan’a çatabilsek!”

İnanın “mizah” yapmıyorum...

Türkiye’de, böyle bir “hastalıklı” kafa var!.. “Üst Akıl” tarafından mı, “Sokma Akıl” tarafından mı kiralandığını bilemediğim bu “hastalıklı kafa” sahipleri;  Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “Yerli ve Millî 550 Milletvekili” talebini gündemde tutmaya devam ediyorlar!..

Ve “faşistçe” soruyorlar;

“Bu mu yerli, bu mu milli?”

YERLİ MALI, TÜRK’ÜN MALI!

Aslında haklılar!..

Onlar, hiç “yerli ve milli bir şey” tanımadılar ki!.. 

35-40 yıl önce, bir “slogan” vardı, onu çok iyi bilirlerdi:

“Yerli malı, Türk’ün malı,

Her Türk onu kullanmalı.”

Ama, “öğretmen”lerin bu sloganı attırdığı öğrenciler; üzerinde “Madein Chechoslovakıa” yazılı Çekeslovak malı kurşun kalemleriyle ödevlerini yapmaya başlardı!.. Kurşun kalemi bile Çekoslovakya’dan ithal eden Türkiye’nin yerli malı tutkusu nereden geliyordu acaba?..

Aradan çok zaman geçti.

Türkiye zaman içinde “yabancı malların ve markaların istilası”na uğradı...

Sadece bu kadar mı?..

Hayır!

Yabancı isimlerin de “istilası” altındayız: Her caddeyi “Boutique”ler, “Restaurant”lar, “pube”lar “cafe”ler “airport”lar, “hill”ler götürüyor... “Ev”lerimiz bile “Rezidance” oldu!..

90 YILLIK MEYHANE!

O kadar “yaban”laştık ve “yabancı”laştık ki; “yerli” kalabilen tek markamız, Beyoğlu’ndaki “Cumhuriyet Meyhanesi” oldu!..

Efendim, 29 Ekim 2003 tarihinde, yani “Cumhuriyet’in kuruluşunun 80. yılı”nda bir yazı yazmış ve demişim ki;

“Bir toplum düşünün ki;

80 yıl boyunca birçok ‘bunalım’lar yaşamış, birçok ‘kriz’ler görmüş, birçok ‘kepenk’ler inmiş, ‘fabrika’lar kapanmış!..

‘Umut’lar kararmış, ‘istikbal’ler sönmüş, ‘cinnet’ler yaşanmış, ‘intihar’lara sürüklenmiş insanlar!..

Sadece ‘ahlâkî değerler’ değil, ülkenin bel bağladığı ‘tesis’ler de yıkılmış!..

İşsizlik, almış başını yürümüş!..

Evet, 80 yıl önce kurulan ‘Cumhuriyet’in tesisleri’ elden çıkmış birer birer!..

Ne hazindir ki;

Her şeyin yıkıldığı, her tesisin kapısına kilit vurulduğu bu ülkede, ‘bir tek eser’, evet bir tek eser yıkılmamış!..

O, 80 yıldır ayakta!!!..

‘Darbesever’leri, ‘Cumhuriyet nutukçuları’nı ve dahi ‘Sözde Atatürkçü’leri; ‘80 yıldır ayakta kalan tek tesis’ üzerinde ciddi ciddi düşünmeye davet ediyorum!..

O tesisin adı;

‘Cumhuriyet Meyhanesi’dir!..

Hem de; ‘Gazi’den beri’ yazmaktadır tabelâsında!..

Gerçekten de;

‘Düşündürücü’ bir durum!..

Düşünüyorum da;

“Cumhuriyet’in 80. Yılı”na dair; ‘Cumhuriyet Meyhanesi’ ve bu günlerde gündemde olan ‘Seyyar Kerhane’lerden başka yazacak bir şey gelmiyor aklıma!..

Ne acı ki; Çanakkale’deki, İstiklâl Savaşı’ndaki şehidlerin, ‘uğrunda öldükleri vatan’da yaşayan ‘iki sektör’ var:

Meyhane ve kerhane!..

Bir tek, onlar ayakta!..”

Biraz önce dediğim gibi;

Bu yazıyı “12 yıl önce” yazmıştım... Eğer hâlâ ayakta ise, “Gazi’den beri” açık olan “Cumhuriyet Meyhanesi” şu anda “90 yaşını devirmiş” olmalı!..

BOT... KOT... MONT!

Her neyse... Lâfı uzatıp da, konumuzdan uzaklaşmayalım.

Neydi konumuz?..

“Hassasiyet!”

Ve elbette “samimiyet!”

Ne kadar hassas, ne kadar samimiyiz?.

Hiç kimse kusura bakmasın;

“Cumhuriyet Meyhanesi... Gazi’den beri” tabelâsı “tarihi bir eser” gibi tepemizde dururken, hiç kimse, bana “Cumhuriyetçilik!.. Atatürkçülük ve Ulusalcılık” taslamasın!.. 

Ve “iki ayyaş” denildiğinde de hiç kimsenin aklına “Atatürk” gelmesin!..

Ve yine;

Adamın kıçındaki “kot”un markası Levi’s, ayağındaki “bot”un markası Caterpillar, sırtındaki “mont” da “Armania” yazıyorsa, kalkıp da bana “Solculuk”tan, “Milliyetçilik”ten ve hele hele “Ulusalcılık”tan hiç söz etmesin!..

Samimi bir ulusalcı; 

Kıçındaki “kot”un da, ayağındaki “bot”un da “yerli” olmasını tercih eder!..

“FASON TÜRKÇE”YE DEVAM!

Sadece bunlar mı?..

Meselâ, 2 yıl önce okuduğum “Simitçi” adlı dergide, Muzaffer Baca’nın “Fason Türkçe” başlıklı bir yazısına yer verilmişti...

Yazı, özetle şöyleydi:

“Bir millet, dili özgürse özgürdür ve kendi dilinde yeni kelimeler üretebilirse de özgürlüğü devam eder. Bu da üretmeye bağlı bir şey. Biz Türkler uzun süredir bir şey üretmiyoruz, ürettiklerimizi de yabancı isimler koyarak satıyoruz ya da yabancıların mallarını onların adıyla üretiyoruz. 

Artık günlük yaşamımız öylesine yabancı markalı ki, dönüş mümkün görünmüyor. 

Ne Türk Dil Kurumu, ne Meclisimiz, ne de hükümetimiz Türkçeyi moda yapamadılar. Böyle giderse Fason Türkçeyle hayatımızı sürdürmek zorundayız. 

Nasıl mı? 

İşte örneği...

Günlük yaşamımdan bir kesiti, sizlere anlatmam, olayı özetlemeye yeter de artar bile...”

BİR GÜNÜN ÖZETİ!

Bu sabah erken uyandım. Rob de Chamber’ımı giydim. Banyoda Dove sıvı sabunla ellerimi yıkadım, ardından da yüzümü… Palmolive tıraş köpüğünü yüzüme sürdüm.. Gilette Mach3 tıraş bıçağıyla güzel bir sinekkaydı tıraş oldum.. Oral-B diş fırçasına Signal macunu sürdüm ve dişlerimi fırçaladım. 

Hanım kahvaltıyı mutfakta hazır etmişti.. Neyse ki buradaki gıdaların tamamı yerliydi.. Siemens buzdolabımızı açtım, Nestle süt şişesinden bardağıma süt doldurdum. Penguen’in reçellerine bayıldığımdan, çilek reçeli kavanozunu çıkardım.. 

İtalyanlardan öğrendiğim ve midemin düzelmesine yol açan kekikli zeytinyağına ekmeğimi bandırarak kahvaltıya başladım… Zeytinyağı Lio’nun yeni ürünüydü ..

Yiyecekler dışında neredeyse hiç Türkçe markaya veya isme rastlayamıyordum.. Yüzümü Maisonette havluya silmiştim, yatak odamızın çarşafları da Unique markaydı.. Hanıma söylenmeye başladım.. ‘Neden bizim evde her şeyin markası yabancı’ diye?..

Bana, “Yerli marka mı var?” dedi..

“Peki ya Vestel, Beko ve  bunun gibi isimler ne oluyor?” diyecektim, ama o isimlerin de yerli olduğuna nasıl inandıracaktım?..

Söylene söylene giyindim.. 

Övünmek gibi olmasın (!) ama her şeyim markaydı yani (!)… Takım elbisem Altimod, kravatım Vakko, gömleğim Abbate, ayakkabılarım Adela.. 

Hepsi Türkiye’de üretilen ürünler ve Türk malı, ama kaliteli ve dışarıda yok satıyor.. Sadece isimleri yabancı yani…

Neyse takmıştım bir kere yabancı markalara ve isimlere...

Eşime “bye bye” deyip evden çıktım. Arabamı çalıştırdım.. Sizlerin çoğu ‘marşa bastım’ diyor, tabii ki. 

Toyota’lara bayılıyorum… 

Çok güvenli ve sessiz arabalar.. 

Nasıl hareket ettiğimi bile anlamadım…

Blaupunkt teybi var (ekolayzerli).. Bir de CD bölümü var.. Müzik kalitesine bayılıyorum… Blues dinlemek için radyoları taramaya başladım..

Joy FM, Best FM, Powerturk, Radyo Mega, Number One FM derken güzel bir Blues radyosu buldum.. Kendimi San Fransisco sokaklarında seyreder gibi hissettim.. Bizim Bostancı sahili zaten farklı değil ki… 

HER YER YABANCI!

Bağdat caddesine girdim… Türkiye’de miyim, ABD’de mi belli değil… 

Starbuck kafeler, Marks and Spencer’ler, (Auto Showroomları), Abbate, Duffy vb.. 

Her yer yabancı tabela...

Araya bir Zeynel veya Hasan Usta tatlıcısı sıkışmış.. Aslında onlar da iyi müşteri toplamış. Kahvaltı da veriyorlar.. Bağdat Caddesi’nin sonu Fenerbahçe Stadı´ndan E-5’e çıktım…

Boğaz Köprüsü´nden Avrupa yakasına geçeceğim.. 

Sabah trafiği tam bir kesmekeş… 

Sağımda solumda Reanult’lar, Fiat’lar, Mercedes’ler, Hyundai’ler.. Hindistan’ın Tata’sı bile var.. 

Nereden bulurlar bu kadar değişik arabayı… 

Peki Renault’lar, Fiat’lar, Hyundai’ler, Toyota’lar Türkiye’de üretilmiyor mu? 

Genellikle taksilerde rastladığımız Murat, Şahin veya Kartal’ların dışında arabaların üzerinde Türkçe isim yok.

Neyse köprüye vardık… Muhteşem bir manzarası var Boğaz Körüsü´nün.. Tıpkı San Fransisco’nun Golden Gate köprüsü gibi… Bu bir kompleks olmalı.. Neden ille de Batı´daki bir yere benzetme gereği duyuyorum ki… 

Aslında bizim Boğazımız, dünyanın en güzel boğazı ve asma köprülerimiz en güzel manzaraya sahip köprüler..”

BİR TEK MEYHANE YERLİ!

Son bir not:

Gördüğünüz gibi; bu satırların yazarı olan Muzaffer Baca, Asya’dan Avrupa yakasına geçerken bunları düşünmüş ve “yerli” bir isme rastlayamadığı için hayıflanmış!..

Aslında Taksim tarafına gelseydi, “hem tarihi, hem yerli” bir isme rastlayabilir ve bir “ooohh” çekerdi.

Öyle ya;

“Cumhuriyet Meyhanesi” orada!..

Hem de, 90 yıldır!..

Bugün; 

Neyin “yerli”, kimin “milli” olduğunu tartışanlar, boşuna nefes tüketiyor!..

İşte ortada;

Her şey yaban, her şey yabancı!..

Bir tek “yerli marka”mız var;

“Cumhuriyet Meyhanesi!”

Haa, bir de;

“Seyyar Kerhane”ler!

 ***************************************************************************************

Ha Kandil, ha Pensilvanya... Yok birbirlerinden farkı!

Yazarımız Hacı Yakışıklı, dünkü yazısında; 

“Samanyolu Haber Kanalı’nı ne zaman 5 dakika izlesem...” diye başlamış ve şöyle noktalamış;

“Ne zaman ki 5 dakika STV izlesem; Kemal Kılıçdaroğlu’nu evliya,  Devlet Bahçeli’yi ümmetin fedaisi, Selahattin Demirtaş’ı da barış güvercini olarak görmeye başlıyorum... Çok ilginç... Tam bir hipnoz!”

Hacı Yakışıklı, eksik yazmış... 

Ben de o kanalda, Fetullah Gülen Locaefendi’nin “dua”larını dinlerken, “beddua” ettiğini düşünüyorum!..

Kandil’deki terör baronları;

“T.C. ile savaşmaları” için “Kürt gençlerini öbek öbek ölüme gönderiyor” ya, “Pensilvanya’daki din baronu Fetullah Gülen Locaefendi” de, aynen PKK gibi “T.C. ile savaşmaları” için bütün müritlerini seferber etmiş durumda!..

Anlayacağınız;

Ben STV’yi ya da Samanyolu Haber’i izlerken, “PKK kanalları”nı izlemiş gibi oluyorum...

Zira; yok birbirlerinden farkı!..

x

WhatsApp İhbar Hattı

+90 (553) 313 94 23