• İSTANBUL
  • İMSAK
    00:00
    GÜNEŞ
    00:00
    ÖĞLE
    00:00
    İKİNDİ
    00:00
    AKŞAM
    00:00
    YATSI
    00:00
  • 0.0
  • 0.0
  • 0.0

Bediüzzaman Said Nursi'den Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a mektup

Yeniakit Publisher
2016-05-05 15:27:00 -
Bediüzzaman Said Nursi'den Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a mektup

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, devleti yönetenlere zaman zaman "yol gösterici" mektuplar gönderirdi. Başbakan Adnan Menderes ve Cumhurbaşkanı Celal Bayar'a İslam birliği ve ırkçılıkla ilgili görüşlerini lahika ile anlatan Bediüzzaman'ın bu tavsiyeleri hâlâ zaman geçerliliğini koruyor.

Türkiye'nin son dönemde İslam dünyası ile saflarını sıklaştırması, dünya barışına katkıda bulunması söz konusu mektubu tekrar gündeme getirdi. 

Bediüzzaman Hazretleri, Menderes ve Bayar'a gönderdiği mektubunda İslam dünyasındaki ittifak anlaşmalarının önemine vurgu yaparken bugün de en şiddetli bir biçimde kendini gösteren ırkçılık tehlikesine karşı uyarıyordu. Müslümanları İslam ve Kur'an'dan soğutmaya çalışan komitelerin çalışmalarına dikkat çeken Bediüzzaman, buna karşı Risale-i Nur'un etkisini ve İslam üniversitesi kurulmasını hatırlatıyor.

İşte her döneme hitap eden ve yol gösteren mektup:

Reis-i Cumhura ve Başvekile,
Kabir kapısında ve seksen küsur yaşında, birkaç hastalıkla hasta bulunan ve ölüme kendini yakın gören bir biçare garip ihtiyar der ki:

Size iki hakikati beyan ediyorum:

Evvelâ: Sizlerin Pakistan ve Irak'la gayet muvaffakiyetkârâne ittifakını, bu millete kemâl-i samimiyetle, sürûr ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh-u canımızla tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşaallah 400 milyon İslâmın sulh-u umumiyesine ve selâmet-i âmmenin teminine kat'î bir mukaddeme olarak ruhumda hissettim. Ve namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size yazmaya mecbur kaldım.

Otuz kırk seneden beri dünyayı ve siyaseti terk ettiğim halde, şiddetli bir alâka ile bu ihtar-ı kalbînin sebebi: Elli seneden beri imanı kurtarmak için gayet kısa bir yolu bulan ve Kur'ân'ın bu zamanda bir mucize-i mâneviyesi olan Risale-i Nur'un Arabistan ve Pakistan'da her yerden daha ziyade tesiratı olduğu ve makbul olması, hattâ aldığımız habere göre, mahkemece tesbit edilen miktarın üç misli Risale-i Nur'un talebelerinin o havalide bulunmalarıdır. Bu sır için âhir hayatımda kabir kapısında bu netice-i azîmeyi görmek ve beyan etmeye ruhen mecbur oldum.

Saniyen: Irkçılık fikri, Emevîler zamanında büyük bir tehlike verdiği ve hürriyetin başında "kulüpler" suretinde büyük zararı görülmesi ve Birinci Harb-i Umumîde yine ırkçılığın istimaliyle mübarek kardeş Arapların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimal edilebilir ve istirahat-i umumiye düşmanları gizli dinsizler, yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeye çalıştıklarına emareler görünüyor. Halbuki, menfî hareketle başkasının zararıyla beslenmek ırkçılığın seciye-i fıtrîsi olduğu halde, evvelâ başta Türk milleti dünyanın her tarafında Müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyetle mezc olmuş, kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Araplarda da Araplık ve Arap milliyeti İslâmiyetle mezcolmuş ve olmak lâzımdır. Hakikî milliyetleri İslâmiyettir. O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir tehlike-i azîmdir.

Sizin bu defaki Irak ve Pakistan'la pek kıymettar ittifakınız, inşaallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını def edecek ve dört beş milyon ırkçıların yerine, 400 milyon kardeş Müslümanları ve 800 milyon sulh ve müsalemet-i umumiyeye şiddetle muhtaç Hıristiyan ve sâir dinler sahiplerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile olacağına ruhuma kanaat geldiğinden, size beyan ediyorum.

Salisen: Altmış beş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz müstemlekât nâzırı Kur'ân'ı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: "Bu İslâmların elinde kaldıkça, biz onlara hakikî hâkim olamayız, tahakkümümüz altında tutamayız. Ya Kur'ân'ı sukut ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız."

İşte bu iki fikirle, dehşetli ifsat komitesi bu biçare fedakâr, mâsum, hamiyetkâr millete zarar vermeye çalışmışlar. Ben de, altmış beş sene evvel bu cereyana karşı, Kur'ân-ı Hakîm'den istimdat eyledim. Hakikate karşı kısa bir yol ve bir de pek büyük bir "Dârülfünun-u İslâmiye" tasavvuru ile, altmış beş senedir, âhiretimizi kurtarmak ve onun bir faydası olarak hayat-ı dünyeviyemizi de istibdad-ı mutlaktan ve dalâletin helâketinden kurtarmaya ve akvam-ı İslâmiyenin mâbeynindeki uhuvvetini inkişaf ettirmeye iki vesileyi bulduk.

Birinci vesilesi: Risale-i Nur'dur ki, uhuvvet-i imaniyenin inkişafına kuvvet-i İmân ile hizmet ettiğine kat'î delil, emsalsiz bir mazlumiyet ve âcizlik hâletinde telif edilmesi ve şimdi âlem-i İslâmın ekseri yerlerinde ve Avrupa ve Amerika'ya da tesirini göstermesi ve ihtilâlcilere ve dinsiz felsefeye ve otuz seneden beri dehşetli bir surette maddiyun ve tabiiyun gibi dinsizlik fikrine karşı galebe çalması ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf dahi onları cerh edememesidir. İnşaallah bir zaman da, sizin gibi uhuvvet-i İslâmiyenin anahtarını bulan zatlar, bu mucize-i Kur'âniyenin cilvesini âlem-i İslâma işittireceksiniz.

İkinci vesilesi: Altmış beş sene evvel Câmiü'l-Ezhere gitmek istiyordum. Âlem-i İslâmın medresesidir diye, ben de o mübarek medresede bir ders almaya niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki:

Câmiü'l-Ezher Afrika'da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya Afrika'dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir darülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya'da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan'daki milletleri, menfi ırkçılık ifsat etmesin. Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile "Mü'minler kardeştirler." (Hucurât Sûresi: 49:10.) Kur'ân'ın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle tam musalâha etsin. Ve Anadolu'daki ehl-i mektep ve ehl-i medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye, vilâyât-ı şarkiyenin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan'ın ortasında, Medresetü'z-Zehra mânâsında, Câmiü'l-Ezher üslûbunda bir darülfünun, hem mektep, hem medrese olarak bir üniversite için, tam elli beş senedir Risale-i Nur'un hakaikine çalıştığım gibi ona da çalışmışım.

En evvel bunun kıymetini (Allah rahmet etsin) Sultan Reşad takdir edip yalnız binasını yapmak için 20 bin altın lira verdiği gibi, sonra ben eski Harb-i Umumîdeki esaretimden döndüğüm vakit, Ankara'da mevcut 200 meb'ustan 163 meb'usun imzası ile 150 bin lira, o zaman paranın kıymetli vaktinde, aynı o üniversite için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemal de içinde idi. Demek, şimdiki para ile beş milyon liraya yakın bir tahsisat vermekle, tâ o zamanda böyle kıymetdar bir üniversitenin tesisine herşeyden ziyade ehemmiyet verdiler. Hattâ dinde çok lâkayt ve garplılaşmak ve an'anattan tecerrüd etmek taraftarı bulunan bir kısım meb'uslar dahi onu imza ettiler. Yalnız onlardan ikisi dediler ki:

"Biz şimdi ulûm-u an'ane ve ulûm-u diniyeden ziyade garplılaşmaya ve medeniyete muhtacız."

Ben de cevaben dedim:

Siz, farz-ı muhal olarak, hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da, ekser enbiyanın Asya'da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın ve filozofların garpta gelmelerinin delâletiyle Asya'yı hakikî terakki ettirecek, fen ve felsefenin tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak garplılaşmak namıyla an'ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız dahi, dört beş büyük milletlerin merkezinde olan vilâyat-ı şarkiyede millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyetin hakaikine kat'iyen tarafdar olmak, size lâzım ve elzemdir. Binler misallerinden bir küçük misal size söyleyeceğim:

Ben Van'da iken, hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: "Türkler İslâmiyete çok hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?" dedim.
Dedi: "Ben Müslüman bir Türkü, fâsık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü tam imana hizmet ediyorlar."


Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem, ben esarette iken, İstanbul'da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı muallimlerden aldığı aksülâmel ile o da Kürtçülük damarıyla başka bir mesleğe girmiş. Bana dedi: "Ben şimdi gayet fâsık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü salih bir Türke tercih ediyorum."

Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur.

Ey sual soran meb'uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hintliler var. Yetmiş milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van'daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırktaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan, sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum.

İşte bu cevabımdan sonra, an'ane aleyhinde ve her cihetle garplılaşmak fikrini taşıyanlar, kalktılar, imza ettiler. İsimlerini söylemeyeceğim. Allah kusurlarını affetsin; şimdi vefat etmişler.

Rabian: Mâdem Reisicumhur gayet mühim mesâil-i siyasiye içinde Şark Üniversitesini en ehemmiyetli bir mesele yapıp hattâ harika bir tarzda altmış milyon liranın o üniversiteye sarfı için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmetle medresenin medâr-ı iftiharı ve kendisine büyük bir şeref verdiren bu medrese-i İslâmiyeye, eski hocalık hissiyatıyla başlaması, bütün şark hocalarını minnettar etmiş. Ve şimdi orta şarkta sulh-u umumînin temel taşı ve birinci kalesi olan bu üniversiteyi yine mesâil-i azîme-yi siyasiye içinde yeniden nazara alması, elbette bu vatan, bu devlete, bu millete bu azîm, faydalı hizmeti netice verecek. Ulûm-u diniye o üniversitede esas olacak. Çünkü hariçteki kuvvet tahribatı mânevîdir, imansızlıkladır. O mânevî tahribata karşı atom bombası, ancak mânevî cihetinde mâneviyattan kuvvet alıp o tahribatı durdurabilir.

Mâdem elli beş sene bu meseleye bütün hayatını sarf etmiş ve bütün dekaikiyle ve neticeleriyle tetkik etmiş bir adamın bu meselede reyini almak ve fikrini sormak lâzım gelirken, Amerika'da, Avrupa'da bu meseleye dair istişareye kendinizi mecbur bildiğinizden, elbette benim de bu meselede söz söylemeye hakkım var. Hamiyetkâr olan bütün bir millet namına sizden bekliyoruz. (Emirdağ Lâhikası, Reis-i Cumhura Ve Başvekile)

Bediüzzaman Said Nursî

SÖZLÜK:


MUVAFFAKİYET : Allah'ın yardımıyla başarı gösterme. * Ele geçirme, başarma.
SÜRUR : Neşe, sevinç.
SULH-U UMÛMİ : Genel barış.
SELÂMET-İ ÂMME : Umumun selâmeti.
MU'CİZE-İ MÂNEVİYE : Mânevî mu'cize. Mânâ bakımından mu'cize.
MU'CİZE : Benzerini yapmaktan insanların âciz kaldığı şey.
NETİCE-İ AZÎME : Büyük netice.
IRK : Nesil. Zürriyet. Sülâle. * Soy. Kök. Damar.
İSTİMÂL : Kullanma.
EMÂRE : Delil; işaret, belirti, iz.
MENFÎ : Nefyedilmiş, noksan, negatif, müsbetin zıddı, olumsuz.
SECİYE-İ FITRÎ : Yaratılıştan var olan özellikler.
KÁBİL-İ TEFRİK : Ayrılması mümkün.
MEZC : Katma, kaynaştırma, karıştırma, birleştirme.
MÜSÂLEMET-İ UMÛMİYE : Umumun selâmeti; insanlığın barışı.
VESÎLE : Sebep, vasıta, fırsat, bahane.
SÂLİSEN : Üçüncü olarak.
MÜSTEMLEKÂT NÂZIRI : Sömürgeler Bakanı.
TAHAKKÜM : Zorbalık etme; zorla hükmetme, mânevî baskı. Diktatörlük.
SUKÛT : Değerden düşme, düşüş, alçalış.
İFSAD : Bozmak, azdırmak, fitne çıkarmak, karıştırma.
KOMİTE : Kötü bir maksat için toplanmış gizli cemiyet.
HAMİYETKÂR : Gayretlilik; mukaddesâtı koruma yolunda gösterilen gayret ve titizlik hasleti.
DÂR-ÜL FÜNUU İSLAMİYE : İslami ilimlerin ve fenlerin okutulduğu üniversite
TASAVVUR : Birşeyi zihinde şekillendirme; düşünce, tasarı; tasarlama.
İSTİBDÂD-I MUTLAK : Tam ve sınırsız bir baskı, mutlak diktatörlük, istibdat rejimi.
AKVÂM-I İSLÂMİYE : Müslüman kavimler,milletler
MÂBEYN : Ara; iki şey arası. Sekreterlik. Özel kalem.
İNKİŞÂF : Gelişme, açılma, keşfetme, meydana çıkma; terakkî etme.
EHL-İ VUKUF : Bilir kişiler
CERH : Çürütmek, yaralamak.
CİLVE : Görünme, akis, yansıma; Allah'ın isimlerinin varlıklar üzerinde aksederek görünmesi.
CÂMİÜ'L-EZHER : Mısır'ın başkenti Kâhıre'de bulunan,İslâm dünyasının en büyük üniversitesi
MEDRESE : İslâm tarihi boyunca üniversite seviyesinde eğitim yapılan müessese.
MEDRESE-İ UMÛMİYE : Umuma ve her tarafa açık olan medrese, okul.
KÁNUN-U ESÂSÎ : Anayasa.
ULÛM-U DİNİYE : Dinî ilimler.
FÜNÛN : Fenler.
MUSÂLÂHA : Barışma, kırgınlığı ortadan kaldırma, karşılıklı anlaşma.
EHL-İ MEKTEP : Modern okullarda eğitim almış eli kalem tutanlar.
EHL-İ MEDRESE : Din ilimlerinin okutulduğu okullarda eğitim almış eli kalem tutanlar.
MEDRESETÜ'Z-ZEHRÂ : Bediüzzaman'ın Doğu'da yapılmasını idârecilere teklif ettiği, fen ilimleriyle müsbet ilimlerin birlikte okutulmasını düşündüğü üniversite.
HARB-İ UMÛMİ : Dünya Savaşı (I., II.)
MEB'US : Milletvekili
TAHSİSÂT : Herhangi bir iş veya şahıs için ayrılmış para, mal.
AN'ANÂT : Gelenekler,görenekler.
TECERRÜD : Sıyrılma, soyunma, çıplak olma.
FARZ-I MUHÂL : Olması imkânsız olup, var gibi kabul etmek; olmayacak şeyi olmuş gibi düşünmek.
ENBİYÂ : Peygamberler.
HÜKEMÂ : Filozoflar, bilim adamları
LÂDÎNÎ : Din dışı,
VİLÂYÂT-I GARBİYE : Batı vilâyetleri.
VİLÂYÂT-I ŞARKIYE : Kürdistan olarak da tâbir edilen doğu vilâyetleri.
FÂSIK : Günahkâr, büyük günahları işleyen.
ESÂRET : Esirlik,kölelik.
MUALLİM : Öğretmen, ilim öğreten.
AKSÜLAMEL : Tepki; reaksiyon.
MESÂİL-İ SİYÂSİYE : Siyasî meseleler.

Kaynak: Risale Haber

ÖNE ÇIKAN VİDEO

x

WhatsApp İhbar Hattı

+90 (553) 313 94 23